Müslüman korkusundan İslâm nefretine İslamofobi
Bedri Gencer yazdı...
İslamofobinin Modern Dönüşü
Çağdaş Alman filozofu Karl Jaspers, kabaca M.
Ö. VIII. den III. asra kadarki devri kapsayan çağı “Mihver Çağ” (Axial Age)
olarak adlandırmıştır. Çağımızın önde gelen dünya tarihçisi M. G. S. Hodgson
da, The Venture of Islam: Conscience and History in a World Civilization
((1974) adlı abidevî eserinde “Mihver Çağ”a damga vuran medeniyetlerin
mücadelesiyle karakterize dünya tarihinde İslâm’ın oynadığı merkezî rolü ortaya
koymuştur. Hilal-Haç mücadelesi,
“Mihver Çağ”da Avrasya veya dünya politikasının eksenini oluşturmuştur.
Avrupa’da 1648 Westphalia Muahedesi ile kurulan ulusal devletler sisteminde
uluslararası politikanın sekülerleşmesiyle zahiren Hilal-Haç mücadelesi
de son bulmuş, dinî mücadele siyasî mücadeleye, reelpolitike yerini bırakmıştır.
Ancak 1815 Viyana Kongresi ile ulusal devletler sisteminde
kozmpolitanizm denen megali idea’ların dirilişiyle ezelî Hilal-Haç
mücadelesi ve ona bağlı İslamofobi de seküler bir kılığa büründü. Bu kılık
değiştirmiş Hilal-Haç mücadelesine bağlı İslamofobi de çağdaş dünya
politikasının eksenini oluşturdu. Çağımızda hakkında yerli-yabancı sayısız
inceleme yapılmasına rağmen İslamofobi, halen künhüne varılamaz bir olgu olarak
tartışılmaya devam etmektedir. Bir kitap çalışmasının mukaddimesi kabilinden yazılan
bu yazımızda ilk kez eski ile yeni (kadim ile modern), maddî ile manevî (sıcak ile soğuk) türlerini ayırarak İslamofobi
hakkında analitik bir çerçeve sunduk.
Dünyada ve Türkiye’de yükselen İslamofobinin nihaî
hedefi, İslâm’ın Peygamberidir (s.a.v.). Türkiye, 2022 Aralık ayının ilk haftasına Peygamberimize saldırı
skandalıyla girdi. Yıldız Teknik
Üniversitesi öğretim görevlisi Uğur Kutay, öğrenciler tarafından 5 Aralık 2022 tarihli dersinde
dinimize, peygamberimize ve mukaddesatımıza hakaret ettiği iddiasıyla şikâyet
edildikten sonra tepkiler çığ gibi büyüdü. Ancak çoğu zaman olduğu gibi insanlar,
güncelin tozu-dumanı arasında kaldı, bu vak’anın derin arkaplanına inmek yerine
öfke boşaltmakla, anlamak yerine kızmakla yetindi. Aslında Peygamberimize
saldırılara eşlik eden Kur'ân’a, şeriata, hadise saldırılar, İslâm’a karşı yürütülen
asırlık savaşın gelinen son safhasıydı. Siyonizmin nihaî hedefi, soğuk savaş
(oryantalizm-ilahiyat) ve sıcak savaş (medya-terör) yoluyla İslâm’ı bozmak ve
bitirmekti:
-Mucizesiz
Peygamber
-Peygambersiz
İslâm
-İslâmsız
Dünya
Müslüman Korkusundan İslâm
Nefretine
Lâfzen “İslâm
korkusu” mânâsına gelen İslamofobinin mahiyeti, ancak “Din, İslâm nedir”
sorusuna karşılık olarak İslâm’ın mahiyetine nüfuzla anlaşılabilir. “Muhakkak
Allah nezdinde din, İslâm’dır.” âyetinin gösterdiği gibi, İslâm, vahy edilmiş,
“hak din” demektir; din, eam, İslâm ehastır. Din, Allah’ın nizamı, şeriat, Allah’ın
emridir. İslâm’da kullanılan “din-i ilahî, şeriat-ı Muhammediye” tabirlerinde
dinin Allah’a, şeriatın peygambere izafe edildiği görülür.
Zira rubûbiyetin
Hakka bakan yüzü, din (velayet), Halka bakan yüzü, şeriattır (nübüvvet).
Peygamberin ilahî misyonu, Allah’ın emrini halka iletmek ve uygulatmaktır. Asırlardır
kız istemek için kullanılan “Allah’ın emri, Peygamberin kavli” deyimi, tam da “şeriat-ı
Muhammediye”nin tarifidir. Peygamber, Allah’ın emri olarak şeriatı, halka
kavliyle (Hadis) tebliğ, fiiliyle (Sünnet) tebyin eder. Bu yüzden Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslâm’a, peygamberlerine izafeten Musevîlik, Îsevîlik,
Muhammedîlik, Batılı dilde İslâm’a “Mohammedanism” denir.
Buna göre
vahyî din, peygamberli din, deistik
din, peygambersiz dindir. Modern
Hilal-Haç, İslâm-Batı kavgasının özünde, Batı’da vahyî-peygamberli dinin deistik-peygambersiz
dine dönüştürülmesinden sonra İslâm’ın da aynı akıbete uğratılması, peygambersiz dine dönüştürülmesi mücadelesi
yatar. Batı dünyasında Hz.
İsa'nın havarîlerinden Pavlus, Hıristiyanlığı şeriatsız ahlaka indirgedi,
Yuhanna, hâşâ peygamberi (Hz. İsa) tanrılaştırdı. Böylece Hıristiyanlık,
deistik (peygambersiz-şeriatsız) dine dönüştürüldü.
Batı’da
sekülerleşme denen vahyî-peygamberli dinin
deistik-peygambersiz dine dönüştürülmesi
sürecinin XIX. asırda zirveye çıkmasıyla İslamofobinin rengi de değişti. İslamofobi,
peygamberli İslâm’a karşı Haçlı savaşlarının yürütüldüğü kadim çağlarda Katolik
Hıristiyanların gözünde “Müslüman korkusu”, modern Avrupa’nın gözünde “Türk korkusu”
(Turkophobia) demekti. Ancak 1815
Viyana Kongresi ile ulusal devletler sisteminde kozmpolitanizm denen megali
idea’ların dirilişiyle ezelî Hilal-Haç mücadelesi ve ona bağlı
İslamofobi de kılık değiştirdi.
“Şark Meselesi”nin kadim
hedefi, Osmanlı’yı durdurmak idi, modern hedefi, Osmanlı’yı paylaşmak ve gömmek
oldu. Avrupa’nın Rus korkusu, Rus Çarı I. Nikola (1796–1855) ile zirveye
çıkmıştı. I. Nikola, İngiliz büyükelçi Hamilton Seymour’a “hasta adam” dediği Osmanlı’nın
taksimi üzerinde İngiltere ile Rusya’nın anlaşması zamanının geldiğine iknaya
çalıştı. Akademisyen ve gazeteci Goldwin Smith (1823–1910) (1863: 235) gibi İngiliz
aydınlar ise Osmanlı devletini hasta değil, ölü olarak görüyorlar, kokusu
Avrupa’yı saran ölü bir cesedi yaşatmak için boşuna uğraştıklarını
düşünüyorlardı (“The
man is not “sick,” but morally and politically dead. We
are keeping a corpse unburied, and the whole atmosphere of Europe is tainted
with its corruption”).
Böylece Rönesans ile başlayan uzun modernleşme
ve sekülerleşme sürecinin sonunda Batı’nın “ben” idrakiyle birlikte “öteki”
idraki de, İslamofobi de değişti. Protestan İngiltere’nin Batılı modernleşme ve
sekülerleşmenin galibi olarak çıktığı ve Hıristiyanlığın tamamen deizme
dönüştürüldüğü XIX. asırda “Türk korkusu”nun (Turkophobia) yerini “Rus korkusu”
(Russophobia) alırken, “Müslüman korkusu” da “İslâm nefreti”ne, daha doğrusu
“Muhammed nefreti”ne dönüştü.
Batı’da
modernleşmenin özel adı, medenîleşme idi. Medeniyet kavramının kadim mânâsı, medenîlik-barbarlık ayırımıyla,
modern mânâsı, terakkî ve medenîleşme kelimeleriyle anlatıldı. Protestan
İngiltere’nin başını çektiği Batı tarafından Türklerin medeniyet karşıtlığı olarak barbarlıkla ithamı, “Müslüman
korkusu” olarak kadim İslamofobinin,
İslâm’ın terakkî karşıtlığı olarak yobazlıkla
ithamı, “İslâm nefreti” olarak modern
İslamofobinin ifadesiydi.
Peygamber Düşmanlığından
Peygambersiz İslâm’a
Protestan
İngiltere’nin başını çektiği Batı’nın İslâm ile savaşının gayesi, İslâm’ın da
Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi deistik hale getirilmesiydi; “ılımlı İslâm”,
“deistik İslâm”, deistik İslâm, “Peygambersiz
İslâm” demekti. Batı literatüründe İslâm için kullanılan Mohammedanism
(Muhammedîlik) tabirince Muhammedsiz İslâm, aslını kaybetmiş, deistik İslâm
demekti. Hindistan’da Ekber Şah’ın 1581'de ilan ettiği Din-i İlâhî, doğrudan peygambersiz, deistik dindi.
XIX. asır İslâm dünyasında
İran ve Hindistan’da çıkan sahte-peygamberlik ve beklenen Mehdî’nin “hakikî
Kur’ân’ı getireceği” gibi aşırı iddialara dayanan Bâbîlik, Bâhâîlik, Kadıyânîlik gibi akımların hepsinin arkasında İngiltere
vardı. Ancak İngiltere,
proje olduğu sırıtan, er-geç Müslümanlar tarafından dışlanacak bu akımlar
dışında “İslâm modernizmi” altında daha sofistike bir şekilde Peygambersiz İslâm projesini hayata
geçirmeye yöneldi. Bu açık ve gizli Peygambersiz
İslâm projeleri arasında bağ kuran kişi, İranlı Cemâleddîn Afgânî idi. Böylece
Batı, Peygambersiz İslâm doğrultusunda
iki cepheli bir mücadeleye girişti:
1. Sıcak-maddî
savaş: İslâm’a, peygamberine, kitabına karşı doğrudan saldırı, nefretin
yayılması. Danimarkalı, İsveçli karikatüristlerin peygamberimize hakaretleri
gibi.
2. Soğuk-manevî
savaş: Mısır Menâr ekolüyle İslâm’ın peygambersiz dine dönüştürülmesi.
İki İngiliz
[William Muir (1819–1905), Wilfred Scawen Blunt (1840–1922)] tarafından
yürütülen deistik İslâm projesi, iki İranlı [Mirza Muhammed Bâkır (1816-1893),
Cemâleddîn Afgânî (1838-1897)] sayesinde getirildiği Mısır’da iki Mısırlı
[Muhammed Abduh (1849-1905), (Reşid Rıza (1865-1935)] tarafından geliştirilmiştir.
18. CHP Hükümeti’nin
(16.01.1949-22.05.1950) Başbakanı Şemsettin Günaltay da 21 Kasım 1949’da kurduğu İlahiyat ile Türkiye’de peygambersiz
İslâm projesini uygulamaya girişmiştir. Günaltay’ın Falih Rıfkı Atay’a (1966:
58) “Fakülteye fıkıh (şeriat) dersi koydurmadım. Zira ahkâm âyetleri artık
«mensûh» hükmündedir.” itirafı, “şeriat-ı Muhammediye” tabirince Türkiye’de İlahiyatın
Mısır Menâr ekolüne dayalı Peygambersiz
İslâm projesini hayata geçirme misyonuyla kurulduğunun resmî beyanıdır.
Dinin esası, mucizeyle
gönderilen peygambere imandır; yani din nübüvvet, nübüvvet mucize iledir. Dolayısıyla
vahyî dinin temeli, mucizeye
iman, tabiî dinin (deizm) temeli, (hissî) mucize
inkârıdır, XIX. asırda
İngiltere’de görüldüğü gibi (Hunt 1896:
287, Mountford 1870). Batı’da
hissî-aklî mucize ayırımı da yoktur; zira evrensel “Allah’ın tarihe müdahalesi
vahiy, tabiata müdahalesi mucizedir.” hükmünce, mutlak olarak kullanıldığında ‘mucize’
ile ‘hissî mucize’ kasd edilir. O yüzden İngiltere’nin hedefi, İslâm dünyasında
hissî-aklî mucize ayırımıyla deizmin temelini oluşturan mucize inkârının
yayılmasıydı.
İngiliz
projesi uyarınca Mısır Menâr (Abduh-Rıza) ekolünün “Peygamberin en büyük
mucizesi Kur'ân’dır”dan “Peygamberin tek mucizesi Kur'ân’dır”a kayan propagandasıyla
İslâm dünyasında deistik İslâm yayıldı. Mısır Kahire’de Kilise Misyoner
Cemiyeti'ne bağlı bir İngiliz misyoner olan William H. T. Gairdner’ın (1873–1928) (1909: 314) bu konudaki yorumu
tesadüf değildir:
“İslâm’da bizzat mucizenin yokluğu, Müslüman
için bir iftihar meselesidir. Filan bay (Abduh-Rıza), İslâm’ın bizzat Kur'ân’ın aklî mucize olduğunu
iddia eden, kurucusuna gayr-i aklî bir mucize izafe etmeyen tek aklî din
olduğunu Müslümana anlatıyor” (The very absence of miracle is becoming a matter
of boast to him. Mons. So-and so is telling him that Islam is the only
rational religion that does not ascribe to its founder an irrational miracle—it
only claimed the rational miracle of the Koran itself.).
Burada Gairdner’ın Abduh ile Rıza’nın
görüşlerinden iki saptırıcı yorum
çıkardığı görülür. Birincisi, bizzat nübüvvetin
gereği hissî mucizenin gayr-i aklî, akıl-dışı olarak tezyifi. İkincisi, tek
aklî mucize iddiasından İslâm’ın tek aklî din olduğu iddiasının çıkarılması.
Türkiye’de
“Peygamberin tek mucizesi Kur'ân’dır” sloganıyla yayılan deizmin (ilhad) ilahiyatın
dayandığı paradigma haline geldiği, Diyanet ile İlahiyatın ortak ürünü olan İslâm
Ansiklopedisi’ndeki İnşikak-ı Kamer maddesinde görülebilir. İslâm’daki iki
itikadî mezhebin imamı Eş‘arî ile Mâtürîdî başta olmak üzere bütün büyük âlimlerin manevî tevatürle
sabit, imanı gerektiren mucize olduğu üzerinde icmâ ettikleri İnşikak-ı Kamer, TDV
İslâm Ansiklopedisi’nde şöyle inkâr edilir:
“İnşikāku’l-kamerin
geçmişte vuku bulduğunu bildiren haberlerin râvileri olarak gösterilen
sahâbîlerin olayın vukuu sırasında küçük yaşta bulunmaları, bazı rivayetlerin
isnad açısından tartışılması, ayrıca hiçbir rivayetin tevâtür derecesine
ulaşmaması, bu hadisenin geçmişte kesinlikle vuku bulduğunu söylemeye imkân
vermemektedir.”
Bu, İngiliz
misyoneri William Gairdner’ın yüz yıl
önce haber verdiği “Mucizesiz Peygamber-Peygambersiz İslâm” projesinin hayata
geçirildiğinin resmî ifadesidir. Bilindiği gibi insan, akıl âleminde
değil, his âleminde yaşar. Dolayısıyla bu konudaki haberlerin sübutu bir
tarafa, evrensel “Allah’ın tarihe
müdahalesi vahiy, tabiata müdahalesi mucizedir.” kaidesince, yaşadığımız
his âleminde hissî mucize verilmemiş bir peygamberin olması aklen muhaldir.
Keza Yılmaz Karadeniz ile fakirin İngiliz ajanı olduğunu arşiv belgeleriyle
isbat ettiği Cemâleddîn Afgânî de aynı ansiklopedide “İslâm kahramanı” (!)
olarak sunulmaktadır. TDV İslâm Ansiklopedisi’nde FETÖcü
ilahiyatçıların yazdıkları maddeler, İslâm’a uygun oldukları halde sırf siyasî
sebeple ayıklanırlarken, doğrudan İslâm’a ve hakikate aykırı bunun gibi
maddeler niçin düzeltilmez?
Türkiye’de ilahiyat
fakültelerinde deistik-peygambersiz
İslâm projesi, Ekber Şah’ın Din-i İlâhî projesindeki gibi doğrudan peygamberin inkârı değil, doğrudan veya
dolaylı olarak dinde peygamberin otoritesinin sarsılması şeklinde uygulanacak, bütün
inkâr yolları peygambersiz
İslâm’a çıkacaktı:
Peygamberin ismetinin
ve faziletinin (efdaliyet), şefaatinin, sahabenin adaletinin, Kur'ân’ın ebediyetinin,
hissî mucizelerin, hadisin sıhhatinin, sünnetin külliyetinin, Zuhûr-i Mehdî’nin
inkârı. Bugün Eş‘arî, Mâtürîdî, Askalânî, Süyûtî gibi müctehid ve hafız (hadis)
imamların manevî tevatürle sabit oldukları üzerinde icmâ ettikleri İnşikak-ı
Kamer, Zuhûr-i Mehdî gibi iman esaslarına inanan ilahiyatçı oranının tesbiti,
ilahiyatta peygambersiz İslâm
projesinde kat‘ edilen mesafeyi net olarak gösterecektir.
Hz. Aişe Peygamberimizle 18 Yaşında Evlendi
Burada
peygamber düşmanlığının iki cephesi ve tarzı ortaya çıkar.
1. Ehl-i küfrün Peygamber Efendimize (s.a.v.)
sübyancı iftirası. Çağımızda
Reinhart Dozy gibi yabancı gâvurları izleyen yerli gâvurlar, Peygamber
Efendimize (s.a.v.) çocukken Hz. Aişe ile evlenen sübyancı iftirası
atmışlardır. Hâlbuki doğum kayıtlarının tutulmadığı şifahî bir çağda yaşayan
Hz. Aişe ile kardeşlerinin yaşları hakkında klasik kaynaklarda verilen bilgiler
arasında bariz çelişkiler vardır. M. Zekai Konrapa (1967: 478), kendisi ile
kardeşlerinin yaşlarının titiz bir hesabıyla Hz. Aişe validemizin 14
yaşındayken Mekke’de Peygamber Efendimizle (s.a.v.) nişanlandığı, 18
yaşındayken Medine’de evlendiğini isbat etmiştir. Kur'ân-ı Kerim’in “bel
hüm edall” (hayvandan bile aşağı) dediği kâfirlere sormak lazım: O varlığın
sultanı, iffet abidesi peygamber, iftira ettiğiniz gibi olsaydı, 25 yaşında bir
gençken 40 yaşındaki dul bir kadınla evlenir miydi?
Peygamberimize Beşerî Zaaf
İftirası
2. Ehl-i bid‘atin peygamberimize beşerî
zaaf iftirası. Peygambersiz
İslâm’a giden yolun başı, Peygamberin ismetinin ve faziletinin (efdaliyet)
inkârına varan beşeriyetine vurgudur. Hâlbuki Allah, kitabında ve Kelime-i
Şehadette Yahudilerin Üzeyir'i, Hristiyanların İsa'yı Allah'ın oğlu saymalarına,
ulûhiyet iddialarına karşı peygamberinin abdiyetine vurgu yapar. Dikkat
edilirse Allah, “Yahudiler ve Hristiyanlar, biz Allah'ın oğulları ve habibleriyiz
(sevgilileri) dediler” (Mâide, 5/18) iddiasına karşı peygamberinin hâşâ Oğlu
değil, Habibi olduğunu beyan eder.
Keza Allah,
Kur'ân-ı Kerim’de Yahudilerin melekiyet, Hristiyanların rahbaniyet iddialarına karşı
peygamberinin beşeriyetine vurgu yapar. Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. Âdem
(a.s.) için yapılan Ebü'l-Ervâh-Ebū'l-Beşer ayırımına göre Hz. Muhammed (s.a.v.),
Hz. Âdem’in soyundan gelmesi, cismaniyet yönünden beşer, ancak bütün varlığın
nurundan yaratılması, ruhaniyet yönünden beşer-üstüdür. Nitekim büyük velî
Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri, Marifetname’de altı âlemin insanın
inebileceği derekeler ve çıkabileceği dereceler olduğunu söyler: “Âlem-i nefs,
gâfillerin, âlem-i beşeriyet, fâsıkların, âlem-i tabiat, münafıkların
derekesidir. Âlem-i kalb, âbidlerin, âlem-i ruh, âşıkların, âlem-i sır,
âriflerin derecesidir.”
Yani Allah’ın
peygamberinin beşeriyetine vurgusu, günümüzde Türk ilahiyatçıların kahir
ekseriyetinin iddia ettiği gibi, peygamberini beşeriyet derekesine indirmek
için değil, Yahudiler ve Hristiyanların ulûhiyet, melekiyet ve rahbaniyet
iddialarına karşıdır. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.), Allah’ın beyanıyla âlemlere rahmet olarak
gönderilmiş Seyyid-i Âlemîn, Sultan-ı Kâinat’tır. Nitekim Arapça bir beyitte
ifade edildiği gibi:
محمد
بشر لا كالبشر
بل هو كالياقوت بين الحجر
“Muhammedün
beşerün lâ ke’l-beşeri / Bel hüve ke’l-yâkûti beyne’l-haceri” (Muhammed (s.a.v.)
bir beşerdir ama beşer gibi değildir / Bilakis O, taşlar arasındaki yakut
gibidir.” denir. Yakut da taştır ama kaya taşı gibi değildir.
İlahiyatçılar
tarafından Peygamber Efendimizin
(s.a.v.) beşeriyetine vurgunun mantıkî, sinsi sonucu, beşerî zaaftır. Bugün
pek çok ilahiyatçı, Peygamber Efendimize
(s.a.v.) -Müslüman kamuoyunun tepkisinden çekindikleri için ekseriya derslerinde-
“Peygamberi gözünüzde büyütmeyin, putlaştırmayın, o da bizim gibi bir beşerdi,
beşerî zaaflarla malûldü, Allah, bile onu kitabında azarlamış.” iftirasını atmaktadır.
Böylece çoğu ilahiyatçı
tarafından zellenin günah olarak çarpıtılması, peygamberin ismet vasfının açık
inkârıdır. Bunun sonucu, peygamberimize muhabbetin sarsılmasıdır. Din, Allah’a
ve Rasûlüne muhabbet ve hürmetin birleştiği edebe dayanır. Allah’a imanımız,
Habibine muhabbetimiz, Habibine muhabbetimiz Sünnetine ittibamız kadardır. O
yüzden İslâm âlimleri, Abese suresindeki
“abese” (yüzünü ekşitti) fiilini bile İki Cihanın Güneşi Peygamber Efendimize
(s.a.v.) yakıştırmaktan hayâ ederek, edebin gereğince, “Âmâ, kendisine
geldiği için, vech-i şeriflerinde tebessümün zıddı ârız oldu.” şeklinde zarif
bir meal vermişlerdir.
Nebevî ismetin inkârı yolu açıldıktan
sonra, bu inkârın Mehmet Azimli tarafından Peygamberimizin hâşâ sümme hâşâ veled-i
zina olduğu iftirasına, İsrafil Balcı tarafından Kur'ân-ı Kerim’de tek
cehennemlik kişi olarak anılan Ebu Leheb’in kusursuz biri olduğu hezeyanına
kadar vardırılması tabiîdir. Böylece İslamofobinin
türleri olarak ehl-i küfür ile ehl-i bid‘atin ikisinin iftiraları da aynı
kapıya, hâşâ Peygamberimizin günahkârlığı, dolayısıyla İslâm’ın sapkınlığı
kapısına çıkar. Ancak ehl-i küfür, açıktan Peygamberimize saldırı, ehl-i
bid‘at, sinsice beşeriyet iddiasıyla Peygamberimize iftirayla İslamofobiyi
beslerler.
Bilindiği gibi dinimiz, açık düşmanla
mücadeleyi cihad-ı esgar (küçük cihad), sinsi düşmanla mücadeleyi cihad-ı ekber
(büyük cihad) saymıştır. O halde asıl Peygamber düşmanı, hâşâ sümme hâşâ
Peygamber Efendimize (s.a.v.) sübyancı iftirası atan yerli ve yabancı gâvurlar
mıdır, yoksa ona “Allah’ın bile kitabında azarladığı, zaaf dolu beşer, veled-i
zina”, torunu Hz. Hasan’a "zampara" iftiraları atan (Mehmet Azimli,
İlhami Güler gibi) ilahiyatçılar mıdır? Peygambersiz ilahiyatçıların daima ehl-i küfürle birlikte Müslümanlara
şeriatçı ve tarikatçı diye saldırmaları da tesadüf değildir. Bu, inanç
mücadelesinin daima dikey (İman-Küfür) olmaktan çok yatay (Hak-Batıl) boyutta
cereyan ettiğini gösterir.
İslâm Nefretinden Hira Hıncına
Bu misaller, Batı’nın Peygamberimize, İslâm’a karşı yürüttüğü savaşın
iki cephesini gösterir. Türkiye’de artan İslâm düşmanlığı, küresel İslamofobi
ile Hira rövanşizminin
birleşmesinin sonucudur.
Ezelî Hak-Batıl,
Hilal-Haç mücadelesi, Türkiye’de Cemil Meriç’in tabiriyle, Hira evlatları (Alparslan’ın torunları) ile Olimpos
çocukları (Diyojen'in torunları) arasındaki mücadeleye dönüşmüştür. 1990’da dünyada
Soğuk Savaş, ideolojik mücadele, radikal politika devrinin bitmesinin ardından
Müslümanlara iktidar yolunun açılmasıyla ezelî Hira-Olimpos mücadelesi de canlandı.
Diyojen'in torunları için
sekülerizmin, Aydınlanma devri için kullanılan “The Age of Reason” (Hikmet
Çağı) tabirince, Batı’daki gibi hikmet taraftarlığı değil, doğrudan şeriat
(İslâm-peygamber) düşmanlığı olduğu ortaya çıktı. Yani Peygamberimize ve
dinimize (şeriat) giderek artan organize saldırılar, sürekli Alparslan’ın
torunlarına “Yallah Arabistan’a" diyen Diyojen'in torunlarının 1071
hıncının ürünüdür.
Ülkemizin sembolü olan Türk
bayrağındaki ay ve yıldız, Allah ve Muhammed’i (s.a.v.) simgeler, ezana “ezan-ı
Muhammedî” denir, Türk askeri Mehmetçik, “Muhammed’in askeri” demektir. Ülkenin
sembolleri olan bayrak, ezan ve ordudaki Muhammed vurgusu, Osmanlı’dan
Türkiye’ye yaşanan rejim değişikliğine rağmen tarihî kimliğin, Osmanlı’nın
“Devlet-i ‘Aliye” yerine kullandığı “Devlet-i Muhammediye”nin sürekliliğini,
tarih boyunca din ve devletin tamamen Hz. Muhammed’e (s.a.v.) dayandığını
gösterir. O yüzden istese de istemese de İslâm âleminin fiilî lideri olarak
Türkiye, ancak vatanında caydırıcı yasalarla Peygamber Efendimize ve dinimize (İslâm, şeriat) saldırıları önlediği
takdirde dünyadaki İslamofobiyi önleyebilir.
KAYNAKÇA
Atay, Falih Rıfkı (1966) Pazar
Konuşmaları 1941-1950. İstanbul: Dünya Matbaası.
Gairdner, W. H. T. (Temple) (1909) The Reproach of Islam. Edinburgh:
The Foreign Mission Committee of the Church of Scotland.
Hunt, John (1896) Religious Thought in England in
the Nineteenth Century. London, Gibbings.
Konrapa, Zekai (1967) Peygamberimiz
İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere. İstanbul: Fatih.
Mountford, William (1870) Miracles: Past and
Present. Boston: Fields, Osgood.
Smith, Goldwin (1863) The Empire: A Series of Letters Published in
The Daily News, 1862, 1863. Oxford & London: John Henry & James
Parker.