Kametin ey bostân-ı lâ-mekân
pirâyesi
Nurdan
bir servdir düşmez zemine sayesi
(Zâtî)
Zıtlardan ve şekillerden
münezzeh olan, başlangıcı olmadığı gibi sonuna da son olamayan Allah’a hamd
olsun ki bizi “Altıncı Meclis”e ulaştırdı. Hz. Mevlânâ’nın huzurunda halkalanmış
canlar arasına bizler, hayalen de olsa dahil olduk. O zatı, yine huşu içerisinde
münacaat halinde bulduk: “ Yâ Rab! diyordu. Duygularımızı, göğe uçmak için
bilgi ve hikmet ile besle. Yâ Rabbi, ölüm sabahı gelip çatmadan gönlümüzü şu
oyundan soğut da bu seyir-seyrandan vazgeçelim; geceleyin yol alanlardan geri
kalmayalım; sabah olup tanyeri ağarınca senin kabul ediş yurduna ulaşalım. Bir gün, P e y g a m b e r'den A b û - Z e r, Mûsâ'nın
sahifelerinde ne var, ne yazılı? diye sordu. Peygamber şu yazılı dedi: Şaşarım
o kişiye ki öleceğini iyiden iyiye bildiği halde nasıl olur da ferahlar?
Şaşarım o kişiye ki cehenneme iyice inandığı halde nasıl olur da güler? Şaşarım
o kişiye ki soru sorulacağını iyice bildiği halde nasıl olur da suç işler,
kötülükte bulunur. Şaşarım o kişiye ki dünyânın sonu olmadığını, yokluğa
döneceğini, ehlini yok edip gideceğini bildiği halde nasıl olur da dünyâya
düşer, mal-mülk toplamaya koyulur, ona güvenir?”
İnsan, dünya kervanında
bir yolcu iken, ömür, her geçen gün bir buz gibi erirken hâlâ bir hazırlık
yapmadan yaşıyor olmak ne acı bir şey. Hayat yolunda beraber yürüdüğümüz
yüzlerce insan bir gölge gibi hayatımızdan kayıp giderken ve onları burada
tutmak için elimizden hiçbir şey gelmez iken ve bizim de onların gideceği yere
gitmemiz kesin iken insanın hayatını gafletle geçirmesi ne şaşılası bir şey.
Sonra insan, geldiği
gibi gidecekken bu hayattan, kendisi ile beraber götüremeyeceği şeylere kalbini
bağlaması ne muamma bir hal. Üstadın ifadesi ile “Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir
olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden
ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza,
bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak
çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcid’ine feda
et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin
takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider, veya Onun malı
olduğundan, yine Ona rücû eder. Eğer vücuduna itimad edersen, ademe
düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir.
Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin
elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı
erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden
atarsan vücudun tam manasıyla nurlar içinde kalır.”
Şimdi “Lâ’dan
İllâ’ya” geç. Lâ ile İllâ… Zihinde belli
merhalelerde var olması gereken iki durak. “Lâ”,
zihni tüm olmazlardan ayıklama eylemindir.
Ve “İllâ” ayıklanan
ve pir ü pak hale gelen zihin zeminine, en temel gerçekleri dikme eylemidir.
Hep “Lâ” ile
gidemezsiniz. Hep “Lâ” ile
gitmek her şeyi yoksamaktır. “Lâ”dan “illâ”ya vardığında zihin,
gerçek itmi’nana erer. “Lâ” ile “İllâ”nın, en yakın ve
en net kullanımını, kelime-i tevhidde buluruz: -Lâ ilâhe illallah.
Lâ, insanlığın
baş köşesinden seni hayret yoluna attığına göre, İllâ’dan hareketle Allah’a
gel.