Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
09 Aralık 2024

Zulüm 1917'de başladı

9 Aralık 1917 günü İngiliz General Allenby “Babu’l-Halil” kapısından Kudüs’e girerken, Osmanlı Devleti’nin buradaki 401 yıllık hakimiyeti sona eriyordu. Bu da kadim topraklar için huzursuzluğun başlangıcı demekti. 30 yıl boyunca yüz bin İngiliz askeri Filistin’i mâtemi bitmeyen beldeye dönüştürdü.

1948 yılının bir Mayıs akşamı gaydaların sesi çok eski ve dolambaçlı yollara son kez yayıldı. Bu ses Kudüs’ün Eski Şehri’ni işgal eden İngiliz askerlerinin gidişini bildiriyordu.

Yahudiler Sokağı’nın pencerelerinde ya da sinagogların ve dinsel okulların eşiğinde, uzun sakallı ihtiyarlar bu geçit törenini izliyordu. 30 yıllık tatsız bir hâkimiyetten sonra bu surları terk edip gitme sırası İngiliz askerlerinindi. Kudüs’ün göklerinde dalgalanan İngiliz bayrağı indiriliyor, yerini siyonizmin mavi-beyaz bayrağı alıyordu.

BÖLGEYİ KAOSA SÜRÜKLEYECEK PLAN DEVREDE

1922 yılında Milletler Cemiyeti tarafından Türkiye’nin yerine, Filistin’de İngiltere’yi hâkim kılan manda yönetimi bu kararıyla bölgeyi kaosa sürükleyecek bir süreci başlatıyordu.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu politikasını dilediği noktaya götürmek için İngiltere’nin Filistin’e ihtiyacı vardı. Burası, Irak’ın akıl almaz zenginlikteki petrol yataklarıyla Taymis Nehri’ne kadar İngilizleşmiş hayati bir geçit olan Süveyş Kanalı arasında köprü görevini sağlayacaktı.

Bu isteği gerçekleştirmek için, İngiltere, gösterişli bir şekilde, beş yüz yıllık Türk hâkimiyetini bir aydınlık Hıristiyan üstünlüğü örneğiyle silmeye ve dağınık Yahudilere eski vatanlarının kapılarını açmaya girişmişti. Ama problemler tümüyle üstesinden gelinemeyecek bir biçimde ortaya çıkmış ve başarısızlığın bilincine varan İngiltere, sonunda manda yönetiminden vazgeçmişti.

14 Mart 1948 günüydü. Sir Alan Gordon Cunningham, o gün İngilizlerin Filistin’den ayrıldıklarını, Yahudilerin İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilân ettiklerini, Arapların savaşa girdiklerini gördü. Bir ihtilafKutsal Toprağı alevlere boğacak ve bu alevler bir daha da sönmeyecekti.

İhtilafı kaçınılmaz kılan ise bir oylama oldu. 29 Kasım 1947 soğuk bir Cumartesi günü, ilk savaş mermilerinin Kudüs damlarına düşmesinden 6 ay önce, yeni kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü’ne üye elli altı ülke temsilcileri New York banliyösündeki Flushing Meadows’da toplanmıştı. Orada, eski bir patinaj salonunun kubbesi altında, Akdeniz’in doğu kıyısında yer alan, Danimarka’nın yarısı, nüfusu Belçika nüfusunun beşte biri kadar olan, Eski Çağ haritaları yapanlar için evrenin merkezi ve dünyanın başlangıcında bütün insanların yollarının yöneldiği bir toprak şeridinin, yani Filistin’in kaderini çizeceklerdi.

Birleşmiş Milletler’in kısa tarihinde, bunca ihtirasın gemi azıya aldığı görüşmeler pek nâdirdi. Örgütte temsil edilen her ülke bu bölgeye, şu ya da bu şekilde, manevi mirasının bir bölümünü borçluydu. Uluslararası meclise Filistin’in Arap ve Yahudi olarak iki ayrı devlete bölünmesi teklif ediliyordu. Böylece ortak bilgelik 30 yıl süren iç savaşa son verecekti. Ama, umutsuzluğun kalemiyle çizilen bu paylaştırma haritası katlanılabilir bir ödünler ve kabul edilemeyecek kepazelikler karışımıydı.

Kurulacak Yahudi devletinin topraklarının çoğunluğu ve neredeyse nüfusunun yarısı Arap olduğu halde, Filistin’in yüzde elli yedisi Yahudilere bırakılıyordu. Bu Yahudi topraklarının girintili, çıkıntılı ve acılı sınırlarına gelince, sağduyuya olduğu kadar savunma gereklerine karşı da gerçek bir meydan okumaydı.

CİNAYETLERİ BATI İŞLEDİ, ARAPLAR SUÇLU İLAN EDİLDİ!..

Birleşmiş Milletler’in denetimine bırakılan Kudüs, üzerinde ne Arapların ne de Yahudilerin başkent kuramayacakları bir uluslararası toprak oluyordu.

Birleşmiş Milletler’in tarihi toplantısından aşağı yukarı tam 30 yıl önce, İngiltere Yahudilere, içlerinden pek çoğunun beslediği düşü gerçekleştirmeleri için ilk elle tutulur fırsatı vermişti: “Filistin’de bir yuva kurmak”.

Yahudilerin tarih boyunca yaşadıkları sürgün yıllarında tek altın çağını İspanya’da kurulan Endülüs Emevileri dönemiydi. Avrupa ülkelerinin çoğu onlara kapılarını kaparken, Osmanlı Devleti her zaman kapılarını açmıştı. Hitler’in gaz odalarında korkunç Yahudi kıyımı dizisi İslâm dünyası tarafından değil, hep Avrupa’nın Hıristiyan ülkelerince sürdürülmüştü.

Dolayısıyla, işlenen cinayetlerin yükü bize değil bu uluslara yüklenmelidir, diye itiraz ediyordu Araplar.

Bu süreçte Filistin’in paylaşılmasını gerçekleştirmekte en çok çaba gösteren Birleşik Amerika’ydı. Başkan’ın danışmanı olan iş adamı Bernard Baruch, Fransa’nın Birleşmiş Milletler’deki delegesi Alexandre Parodi’yi, ülkesinin paylaştırmaya karşı çıkması halinde Amerikan yardımının kesilmesinin muhtemel olduğunu söyleyerek tehdit etmekten çekinmemişti.

Bu hayati süre boyunca, paylaştırmaya karşı dört ülke (Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler) inanılmaz bir baskı ve hatta tehdit dalgasıyla karşılaşacaklardı.

New Yorklu parlamento üyesi Emmanuel Cellar, Başkan’a yolladığı bir açık telgrafta “Yunanistan gibi direnen ülkelerin yola getirilmesini” istedi. Koridorlarda korkunç söylentiler dolaşıyordu. Bunlardan birisine göre Tayland delegesi öldürülmüştü.

Eğer Birleşmiş Milletler, Filistin’in paylaştırılması yönünde karar alırsa, bütün Arap devletlerinin desteklediği Filistin Arapları, İngilizler gider gitmez Yahudilerle savaşacaklardı.

Eski Yahudi tapınağının mihrabında kurban edilen hayvanlarla, İsa’nın (a.s.) çarmıha gerilişiyle, insanların duvarları dibinde ölüşüyle Kudüs yeryüzünde hiçbir şehrin yaşamadığı dökülen kanın laneti içinde yaşamıştı.

ÜÇ BÜYÜK DİNİN KUTSAL İZLERİNİ TAŞIYAN ŞEHİR

Tek Tanrı’ya inanan üç büyük din (Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) tarafından kutsal sayılan Kudüs’ün taşları bu üç dinin kutsal izlerini ve din adına işlenmiş cinayetlerin anısını taşımaktaydı. Davud ve Firavun, Sennaşerib ve Nabukadnezar, Herod ve Ptoleme, Titus ve Godefroy de Bouillon komutasındaki Haçlılar, Timurlenk ve Selahaddin Eyyübi’nin askerleri, Türkler ve Allenby yönetimindeki İngiliz askerleri, hepsi burada savaşmıştı. Hepsi Kudüs için can vermişlerdi.

Eski Şehir’in öbür ucunda, geniş bir alanın ortasında, Kudüs’ün başka bir inanç için taşıdığı önemin tanığı Kubbetu’s-Sahra yükselir. Tek ve rahmet sahibi Allah’ı yücelten zarif yazıları şereflendirmek için yeşille altın sarısının birbirine karıştığı kubbesinin mozaikleri altında siyah bir kaya yığını (Hacer-i Muallak) görülür. Eski Çağların en yüce yerlerinden biri olan burası Moriya Dağı’nın tepesidir. İslâm geleneği, üzerindeki hafif bir izin Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Burak’la miraca çıktığı gece onu yerde tutan Cebrail aleyhisselâmın elinin izi olduğu kabul edilir.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) yaptırdığı tapınağın kalıntısı olan Ağlama Duvarı, Yahudiliğin en kutsal yeridir. Yirmi yüzyıldan beri, dört yana dağılmalarının ardından ağlayan Yahudiler ona doğru dönerler. Koca taş bloklarının yarıkları ve çatlakları arasında bir sürü kağıt parçası bulunur. Kimi Tanrı’ya bağlılık mesajı yollamıştır, kimi yeni doğan çocuğunun ya da hasta karısının Tanrı tarafından kutsanmasını ister, kimi de ters giden işlerinin düzelmesini ya da İsrail halkının kurtuluşunu diler.

Kim bilir kaç kuşak Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar birbirine karışmış olarak bu vadinin beyaz taşları altında uyumakta, hayatları boyunca elde edemedikleri barışı ölümde bulmaktadırlar.

Birbirine düşman etnik ve tarihsel bir sürü adacığa bölünen Kudüs’e, işgalci İngilizler üç yeni bölge daha eklemişlerdi.

VE FİLİSTİN’İ PAYLAŞMA KARARI VERİLİYOR

Arap ya da Yahudi bütün Kudüs halkı, aynı kuşku içinde şehrin kaderinin bağlı bulunduğu uzak toplantının her sözünü dinlemek üzere radyolarının başına toplanmıştı.

Hâlid bin Velid (r.a.) ve Halife Ömer’in (r.a.) savaşçılarının başında kutsal şehre girdiği 638 yılından beri, Kudüs’te hep bir Hâlidi ailesi yaşamıştı. Şimdi de bu ailenin bir ferdi olan Sami Hâlidi, çevresine topladığı öğrencilerden Filistin’i yönetecek bir seçkinler topluluğu oluşturmayı hedefliyordu.

Filistin’de en çok aranan otuz Yahudi, tabaklar, fincanlar ve yarım düzine kadar votka şişesiyle kaplı bir masanın üzerine yerleştirilmiş eski radyonun çevresine toplanmış, haberleri dinliyorlardı. Odayı dolduran kişilerden Yigal Alon ve İzak Rabin gibilerinin adlarını bütün dünya yirmi yıl sonra duyacaktı.

Aralarında “Oylama sonucu olumsuz çıkarsa Araplara savaş açacağız” diye konuşuyorlardı.

Kurulda, David Ben Gurion dört elin havaya kalktığını gördü. Bir Yahudi devleti kurma kararı tek oy farkla sağlandı. David Ben Gurion, on bir kere daha masaya vurdu ve açıkladı: “İsrail Devleti doğdu. Oturum kapanmıştır.”

Sonra kurul yeni devlete bir ad koymaya karar verdi. “Sion” ve “İsrail” adları ortaya atıldı. Oylama sonucu Yahudi devletinin adı “İsrail” olacak ve resmen “İsrail Devleti” diye anılacaktı.

Arapça bölümünden genç gazeteci Hazım Nusseybi, “33’e karşı 10 oy ve 10 çekimserle, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Filistin’in paylaştırılmasına karar vermiştir.”

YAHUDİLERİN SEVİNÇ ÇIĞLIKLARI KUDÜS’Ü İNLETİYOR

Bu haberi merakla bekleyen Yahudiler sevinç çığlıkları atmaya başladı. Surların ardında gizli bir avluda yükselen garip bir gürültü sessiz karanlıkları dolaştı. Bu bir şofarın, Yeşu’nun bir üfleyişte Eriha duvarlarını devirdiği koç boynuzunun sesiydi.

Sami Hâlidi’ye gelince, salıncaklı koltuğundan kalktı ve kitaplığa geçerek radyoyu kapadı ve sadece: “Şimdi trajedi başlayacak” dedi.

Pijama ve terlikle, omuzlarına attıkları sabahlık ya da pardösüyle, Kudüs Yahudileri yolları kapatmaya başladılar. İçki içip eğlenmeye başladılar. Sabahın ikisine doğru, binlerce Yahudi, Kudüs’ün merkezini kaplamıştı. Her kavşakta, sevinçten uçan gençler çılgınca hora tepiyorlardı. Birbirine yabancı kişiler sarmaş dolaş oluyor, öpüşüyorlardı. Dünyanın ilk Yahudi şehri Tel-Aviv, karnaval gecesini yaşayan bir Latin başkentini hatırlatıyordu.

Siyonist bayrağındaki beyaz zemin üzerine soluk mavi Davud yıldızı, binanın direğine çekildiğinde, kalabalıktan bir alkış tufanı yükseldi. Dahası bir kalabalık değil, ulus olmanın sevincini yaşıyorlardı.

ARAP DÜNYASININ EN BÜYÜK ÜLKELERİ SUSPUS!..

Arap mahallelerinin ıssız sokaklarında, zafer haykırışlarının yankıları çan sesi gibi ortalığı çınlattı. Sessizliği bozan ise birbirleri arasında derin bir üzüntü ile konuşan Araplar ise, “Her şey mahvoldu. İngilizler bizi yüzüstü bıraktı. Bütün dünya bizi yıkmak için elbirliğiyle çalıştı. Kudüs sokaklarında bundan sonra artık kan akacak” diyordu.

Birleşmiş Milletler’in o gece sözünü verdiği devlet karşılığında Yahudilerin ödemek zorunda kalacağı bedel gün gibi ortadaydı: “Savaş”.

Ve bu savaşın ilk hazırlıkları başlamıştı bile.

Surların öteki yanında Yahudiler bütün geceyi dans ederek geçirirken, Kudüs’teki Arap Yüksek Komitesi’nin bütün gizli silahları ortaya çıkarılmıştı. Toplam olarak, Filistin Araplarının İngilizlere karşı giriştikleri uzun ve kanlı başkaldırının sona erişinden bu yana 10 yıldan fazla bir süredir gizlenen, tüfeklerdi bunlar.

Şiddet, Arap dünyasının birkaç başkentinde patlak vermişti bile.

Ne gariptir ki, haberi en soğukkanlı karşılayan, Arap dünyasının en büyük ülkesi Mısır’ın başkenti oldu.

David Ben Gurion, bir önce Kudüs’e dönmeye karar vermişti. İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilân ettiği konuşma esnasında yanından kocaman bir mavi-beyaz bayrak sarkıyordu. Ve içinden şöyle mırıldanıyordu: “Sonunda özgür bir ulusuz…”

Tanrı’nın, önderleri İbrahim’e (a.s.) verdiği topraklar üzerinde, ataları İbranilerin ilk görünüşünden bu yana, acılar ve mücadelelerle dolu 4 bin yıl geçmişti…

KUDÜS BİR KEZ DAHA KAN VE ATEŞE BOĞULUYOR

28 Mayıs 1948 günü İsrail Devleti’nin kurulduğunun ilân edilmesiyle birlikte Yahudiler ve Araplar arasında süren büyük çarpışmalarla Kudüs bir kez daha kan ve ateşe boğulmuştu.

1949’da İsrail hükümeti, hâlâ şehre uluslar arası bir nitelik verme umudunu yitirmeyen Birleşmiş Milletler ve Birleşik Amerika’nın iradesine karşı çıkıp Kudüs’ü başkent yaptı.

İsrailliler, Filistin’in paylaştırma planıyla Arap devletine bırakılan bin üç kilometre karelik bir toprağın ve yüz on iki köyün sahibi oluyorlardı. Araplar ise sadece, Yahudi devletine ait olan üç yüz elli kilometre kare toprakla on beş köy elde etmiş bulunuyorlardı.

Bu savaşın yol açtığı felaketlerden hiçbiri, ilk ailelerin Kudüs’ten kaçışıyla başlayan Arap göçmenler trajedisi kadar uzun süreli bir anlaşmazlık tohumu bırakmayacaktı. Filistin’den sürülen Arapların sayısı asla kesinlikle öğrenilemezdi. Arap devletleri bunların sayılarının bir milyondan fazla olduğunu söylediler, Birleşmiş Milletler de bu sayının beş yüz binle yedi yüz bin arasında olduğunu açıkladı.

KAMPLARIN SEFALETİNDE BÜYÜK BİR KUŞAK DOĞDU

Hem Arap propagandasının yemi, hem de İsrail Devleti’nin vicdan azabı olan Filistin göçmenleri sefil kamplara dolduruldular ve oralarda ancak Birleşmiş Milletler’in yardımıyla yaşadılar.

Bu kampların sefaletinde koca bir kuşak doğdu ve büyüdü, hiç tanımadığı yitirilmiş topraklara dönme ve intikam düşleriyle beslendi. Altı Gün Savaşları’nın ertesinde, bu Filistinliler “Fedai Nesli” adıyla Orta Doğu sahnesine çıktılar, bu bölgede hüküm süren dram konusunda söyleyecekleri sözleri bulunduğunu dünya kamuoyuna açıkladılar.

Otuz üç devletin Filistin’i paylaştırmayı kararlaştırdığı akşam doğan ihtilaf, başka kurbanlar verilmesine yol açacak ve pek çok sarsıntılara sebep olacaktı.

Artık mutlu günler sona ermişti.

Kadim topraklarda nefret, kin ve kaos yeşermeye başlamıştı.

Siyonist Yahudiler, iki bin yıllardır kendilerine başkaları tarafından yaşatılan sürgün, sefaleti ve acıyı yurtlarından sürdükleri Filistinlilere reva görecekti.

Ve Larry Collins- Dominique Lapierre’in “Kudüs... Ey Kudüs” isimli eserlerinde de belirttiği gibi artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı!..

***

SİYONİST İSRAİL’İN SOYKIRIMI DEVAM EDİYOR

1947’den beri Orta Doğu’nun kalbine bir hançer gibi saplanan, Filistinlilere hayat hakkı tanımayan, kana ve işgale doymayan siyonist İsrail dünyayı kıyamete zorluyor.

İsrail önce 1967’de Batı Şeria’yı, sonra Golan’ı işgal etti. 7 Ekim 2023’te de Filistinli mücahitlerin “Aksa Tufanı”yla zulme karşı isyan ateşi yakmasını bahane ederek Gazze’yi işgal etmek için harekete geçti.

Binyamin Netenyahu’nun önderliğindeki İsrail zalimliğini ispatlamak, Gazze’yi yemek için eşi benzeri görülmemiş kirli bir savaşa girişti. Tam 430 gündür terör devleti İsrail’in bombaladığı, dünyanın naklen yayınlarla pembe dizi izler gibi izlediği Gazze’de “küçük kıyamet” yaşanıyor.

İsrail'in 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi ve Batı Şeria’ya düzenlediği saldırılarda 17 bin 499’u çocuk, 11 bin 985’i kadın olmak üzere toplam 44 bin 721 sivili hunharca paramparça edilerek hayattan kopartılırken, 106 bin 087 kişi ise hastaneden, doktordan, ilaçtan yoksun bırakılarak yoksun bırakılarak ölüme terkedildi. İsrail güçlerinin engellemesi nedeniyle enkaz altından çıkartılamayanların sayısı bilinmezken, soykırım hız kesmeden devam ediyor.

***

BAAS DEVRİLDİ, ŞİMDİ NE OLACAK...

3 kıta, 7 iklimde 624 yıl hüküm süren koskoca Osmanlı Devleti’nin 1768-1774 Rus savaşı ile önemli toprak kayıpları ile zafiyete düşmesini fırsat bilen 7 düvelin sırtlan sürüleri harekete geçti. Birinci Dünya Savaşı’nda (28 Temmuz 1914 -11 Kasım 1918) 7 cephede kuşatıldı. Çanakkale, Kafkasya, Sina ve Filistin, Irak, Hicaz-Yemen, Galiçya, Balkan Cepheleri’nde âdeta mahşer yaşandı. Osmanlı Devleti’nin “Orta Doğu”dan çekilmesiyle “özgürlük” naraları atan kral ve halklarının yüzü bu tarihten sonra hiç gülmedi. Aradan geçen bir asır içerisinde her gün zenginlikleri sömürülen, vatanları ve özgürlükleri elinden alınan, sadece vatan ve özgürlükleri değil, mal, can ve ırzlarına geçilen “ülke”lerin hâli içler acısı.

Osmanlı’dan sonra oluşturulan devletçiklerle “mezhep savaşları”nın arenası hâline gelen “Orta Doğu” kan gölüne döndü. Yetmedi, bölge üzerinde emelleri olan emperyalistlerin enerji, jeopolitik ve stratejik öneme haiz yerlere çökmek için “vekalet savaşları” marifetiyle çıkardıkları iç çatışmalar milyonlarca insanı vatanından ve canından etti. Kaossuz bir günü geçmeyen ve 17 Aralık'ta 2010’da “ekmek, onur, demokrasi ve özgürlük” kılıfı ile “Arap Baharı” ateşini yakan emperyalistler bir asır önce uyguladıkları “böl, parçala; yönet” taktiğinde yeni bir evreye geçti. “Böl, parçala; yut”.

“Aksa Tufanı Operasyonu”nu bahane eden İsrail, bir taraftan batılı emperyalistlerin tam desteğiyle 7 Ekim 2023’ten beri Filistin’i “yutmak” için Gazze’de adım adım soykırım planını devreye sokarken, diğer taraftan “Hizbullah”ı bahane ederek Lübnan’ı yumuşak lokma hâline getirmek için ilk hamlesini yaptı. Ateşkes sürecinin ihlal edildiği bahanesiyle yapacağı ikinci hamleyle bölünmenin arifesinde olan Suriye’den pay almanın planlarını devreye sokacak.

13 yıldır alan boşaltıp demografiyi değiştirerek Suriye’yi istikrarsızlaştıran İsrail, ABD, Rusya ve İran’ın birdenbire Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm’ın (HTŞ) başını çektiği muhaliflere yol verdi. Kullanışlı aparat Suriye Baas Partisi’nin lideri ve Devlet Başkanı Beşşar Esed’in ipini çeken İsrail, ABD, Rusya ve İran, Suriye’yi paylaşmanın planlarını yavaş yavaş dünyaya kamuoyuna deklare etmeye başladı. Günlerdir adım adım ilerleyen başını Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm’ın (HTŞ) çektiği muhalifler Esed’in son kalesi Şam’daki Başkanlık Sarayı’na girerek 61 yıllık Baas Rejimi ve 53 yıllık Esad ailesi iktidarını devirdi. Eli kanlı Esed’in Şam’ı terk etmesiyle Suriye üzerinde plan yapan sırtların iştahı daha da kabardı.

Kuzeybatıdaki Lazkiye vilayetinde bulunan ve Suriye’deki en büyük hava üssü olan Hmeymim Hava Üssü’yle Akdeniz’e inen Rusya; PKK/ PYD/ YPG terör örgütüne bütün imkânlarını seferber ederek Fırat’ın doğusunda kukla bir devlet kurdurmaya çalışan İsrail-ABD; Devrim Muhafızları’nın güdümünde hareket eden milisleri jonglör gibi kullanan İran, Suriye’nin parçalanan bölgelerinde yeni bir istikrarsızlık oluşturmak için fırsat kolluyor.

İç savaş ve oluşturulan kaoslarla göçe tabi tutarak alan boşaltan /açan emperyalistler, siyonistlerin doktrininde yer alan “Arz-ı Mev’ûd” hezeyanı kapsamında “Büyük İsrail” için Nil’den Fırat’a uzanan bölge için adım adım zemin hazırlanıyor.

Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm’ın (HTŞ) çektiği muhaliflerin Baas Rejimi’ne karşı sahada kazandığı zafer, bakalım masada nasıl bir boyuta evrilecek. Suriye ve bölge ülkelerini zor günler bekliyor.