Suskunluk sarmalı
Toplum olarak sanki bir Suskunluk sarmalı altındayız…
Sükût
orucuna niyetlenmiş gibiyiz… Konuşmamız gereken zamanlarda, ses vermemiz
beklenen yerlerde nedense susmayı tercih ediyoruz…
Bu durum bilinçli bir tercih midir yoksa
düştüğümüz sinsi bir tuzak mıdır? Netleştirmek durumundayız… Yoksa “bugüne kadar hep konuştukta ne oldu?” diyenlerden
miyiz?
Susmamız,
sakın bir tükenmişlik sendromu olmasın!
Bireysel
suskunluklardan bahsetmiyorum, şu toplumsal sessizlik hayra alamet değil…
Neden suskunuz?
Sözün
hükmü kalmadığı için mi? Yalnız kaldığımız için mi suskunuz? Konuşma takatimiz tükendiği için mi?
Yoksa
alıştığımız yaşam koşulları mı bizi kuşattı? Konuşursak kurulu düzenimizin
bozulacağından mı endişe ediyoruz? Ya da çoğunluğa uymak mı işimize geliyor?
Evet,
çoğunluğa uyum sağlama eğilimindeyiz… Dışlanmaktan çekiliyoruz… Kınanmaktan
korkuyoruz… Risk almayı göze alamıyoruz… Fincancı katırlarını ürkütmek işimize
gelmiyor…
Durum
böyle olunca, hakikatin değil, halkın arzuları ile örtüşen görüşlerin öne çıktığına
tanık oluyoruz…
Aslında
konuşma engelli değiliz… Belki de “erken öten horoz”un durumuna düşmek
istemiyoruz… “Dokuz köyden kovulmayı” göze alamıyoruz…
Bilmiyorum,
ölümcül sessizlikler, fikri bir kısırlıktan mı yoksa yürek yetmezliğinden mi
kaynaklanıyor?
Doğruları
dile getirmekten çekinen dirayetsiz, kifayetsiz kişi ve kesimler azgın
azınlıkların ekmeğine yağ sürmüş olmazlar mı?
Evet,
zülfü yâre dokunmadan yaraları saramayız… Yol alamayız… Uyuşumcu, uzlaşmacı,
uysal, “uydum kalabalığı”cı bir kulvara kaydığımızdan beri sesimiz, soluğumuz
çıkmaz oldu…
Bir
yanımız hep suskun kaldı… En temel haklarımızı bile savunamaz olduk…
Yoksa
suskun kalmayı karakter mi edindik, kader mi bildik?
Hep
susma hakkımızı mı kullanacağız? Ses vermeyecek miyiz?
Ne
zaman söz bize düşer?
Yeryüzünü
kasıp kavuran bunca zulüm, zillet, zulmet, zorbalık, münker, şer, şiddet başını
alıp giderken, ses vermenin vakti gelmedi mi?
Susmak;
sinmektir, silikleşmektir, sürüleşmektir…
Takiyyecilik,
tedbircilik, tevilcilik, süreç içerisinde yaşam tarzına dönüşüveriyor…
Suskunluk
sarmalında, söz suikastına maruz kalıyoruz…
Gündem
oluşturamıyoruz… Gürültüsü yüksek günahların şerrinden emin olamıyoruz… Bu anaforda
belki de gerçeği gizlemek gibi bir vebal altındayız...
Susmanın
acı sonuçlarını yeterince idrak edemiyoruz, sustukça sıranın bize geleceğini
unutuyoruz…
Sorgulamayan,
savunamayanların sonlarının nasıl olduğunu az çok biliyoruz… Ama hâlâ susuyoruz…
Neden bekliyoruz?
Konuşmayı
başkalarından mı bekliyoruz? Yoksa hep baştakilerden mi? Hep Ankara konuşacak,
Anadolu suskun mu kalacaktı… Ya da belirsizliğe bel bağlayanlardan mı medet
umuyoruz?
Eskiler
ne kadarda doğru söylemiş “Dert söyletir”
Gerçekten
öncelikli olarak neleri dert ve dava edindik?
Yoksa
i’lay-ı kelimetullah’ı ihmal mi ediyoruz? İrşad ve davet bizden sakıt mı oldu?
Emr-i bil maruf nehyi anil münker zaman aşımına mı uğradı? Hakkı haykırmak
hafızalarda tatlı bir hatıra olarak mı kaldı?
Gerçekten
ne yapıyoruz, nelerin peşindeyiz?
Ölüm
meleği bizi susturmadan ses vermeyecek miyiz?
Yüce
Kur’an’ımız yakılırken, Mescid-i Aksa’mız çiğnenirken, kutsalımıza küfredilirken
sükût orucumuzu bozmayacak mıyız?
Konuşur
gibi yapmak değil, hakikatin tercümanı, vahyin şahidi olmak bize düşer…
Sessiz
yığınların sesi, sindirilmiş kitlelerin vicdanı, geleceğin muştusu, yarınların umudu
olmak boynumuzun borcudur…
Bir
çağrı… Bir çığlık… Bir haykırış… Bir iddia… Bir ideal… Bir itiraz… Ölümcül
sessizliği sonlandıracak bir seda lazım…
Suskun
ümmet, sorunlarını nasıl çözecek?
Şeyh
Ahmet Yasin’in siteminden nasıl kurtulacak?
“Allah’ım!
Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum”
Sen
ses ver, duyuracak olan Allah’tır…
Hazreti
Musa (as)ın duasına dönüyoruz:
“Dilimdeki düğümü çöz ki sözümü anlasınlar.” ( Taha, 27-28)
Haksızlık
karşısında susan dilsiz şeytanlardan olmamak için ses vermek durumundayız…