Anın en büyük çıkmazlarından biri, köklerinden koparken kendini “hiçlik” ile yüzleşmek zorunda hissetmesi. Nihilizm, felsefe tarihinde Nietzsche ile anılsa da aslında V. yüzyıldan bugüne uzanan bir sorgulama. Sokrates’in sofistlere karşı erdem ve adalet mücadelesi, Aristoteles’in “hakikat inkâr edilemez” çıkışı, insanlığın anlam arayışında birer mihenk taşı. Peki bugün nihilizm neden bu kadar gözümüze sokuluyor? Belki de hızla değişen dünyada savrulan insan, kolaycı bir “reddiye” ile avunmak istiyor. Oysa bu avuntu, içi boş bir teselliden öteye geçemiyor.

Nihilizm, popüler düşüncede genellikle dini, ahlaki ve metafizik değerlerin reddi olarak tanımlanıyor. Ancak bu tanım, meselenin özünü ıskalıyor. Şöyle izah edelim, “Her şey anlamsızsa, bu cümle de anlamsız mı?” sorusu, nihilizmin kendi kendini yiyen bir canavar olduğunu gösteriyor. Tıpkı Aristoteles’in dediği gibi: “Tüm önermeler yanlışsa, bu önerme de yanlıştır.” Mutlak inkâr, mantığın sınırlarını zorluyor. Bu noktada, Yunus Emre’nin şu sözü devreye giriyor: “Şeriât, tarikat yoldur varana / Hakikât mârifet andan içerû.” Yani kurallar ve yollar, insanı hakikate (marifet) ulaştıran birer araç. Hedef, körü körüne kurallara bağlanmak değil; Yaratıcı’yı ve kâinatı anlamak. Nihilizm ise bu yolları yok sayarak insanı boşluğa sürüklüyor.

Hades’in gölgesindeki, Antik Yunan’da sofistler, hakikati göreceli kılarak toplumu manipüle etmeye çalıştı. Sokrates ise “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyerek mütevazı bir hakikat arayışını öne çıkardı. Bu durum, İslam düşüncesinde de karşılık bulur. Kur’an-ı Kerim’deki “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas 77) ayeti, insanı dengeye davet eder. Nihilizm ise bu dengeyi altüst ederek, insanı ya dünyaya hapseder ya da anlamsız bir kaosa sürükler.

Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’ta vurguladığı gibi, dünya olguların bütünüdür. “Amerika ve İsrail’i boykot etmek” gibi bir inkâr, nihilizmle kıyaslandığında masum kalır. Asıl mesele melamet hırkası, bilinçli ve anlam odaklı gelişimde saklı. Zira bir nihilist, tüm değerleri topyekûn reddederken, kendi varlığını da sorgular hale gelir. Nietzsche’nin “dekadans” (çöküş) olarak tarif ettiği bu durum, Yaratıcı’nın bahşettiği akıl ve vicdan ile çelişir. İncil’deki “Hakikat sizi özgür kılar” sözü de insanın hakikati arama sorumluluğuna işaret eder.

Friedrich Nietzsche, Hıristiyanlığı “dünyayı inkâr eden bir nihilizm” olarak suçlar. Oysa İslam medeniyeti, dünya ve ahiret dengesini merkeze alır. Yunus Emre’nin dediği gibi, “İlim, kendin bilmektir.” Yani insan, düşündüğü zaman insandır, neyi niçin reddettiğini sorgulayabilmeli. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’deki “Yaratıcı yoksa her şey mübah mı?” sorusu, nihilizmin toplumsal sonuçlarını gözler önüne serer. Fransız İhtilali’nden modern bireyciliğe kadar tarih, bu tehlikenin örnekleriyle doludur. Peki çözüm ne?

Tedbir ise, köklerle yeniden bağ kurmakta yatıyor. Nihilizm, modern insanın köklerinden kopuşunun bir sonucu. Ancak köksüz ağaç nasıl ayakta kalamazsa, değerlerini reddeden toplumlar da ayakta kalamaz. Gönül ermişi Yunus Emre’nin “Şeriât, tarikat yoldur varana” sözünde ifade ettiği gibi, kurallar ve yollar birer araçtır. Asıl hedef, Yaratıcı’nın muradını anlamak ve O’nun verdiği sorumluluğu taşımaktır. Nietzsche’nin “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” çağrısı da aslında bu anlama işaret eder: Körü körüne reddetmek değil, anlamı yeniden inşa etmek.

Bugün ise ihtiyacımız olan şey, inkarın kolaycılığına kapılmadan, medeniyetimizin kadim ve zamansız değerleriyle barışık bir şekilde hakikati aramak. Çünkü Yaratıcı’nın bahşettiği akıl, insanı anlamsızlığa değil, sorumluluk üzerine inşa eder. Nihilizm, bu sorumluluğu reddetmektir. Oysa bizim medeniyetimiz, “yok sayma” üzerine değil; “iman, irfan ve adalet” üzerine kuruludur. Hafızamıza kazıyalım; Asıl kalıcı mana, reddederek değil; sorumluluk alarak, bilinçle ve birlikle inşa edilir.