Arşivimi karıştırırken kesip sakladığım gazetede kupürü ile 33 sene sonra tekrar yüz yüze geldim.
Yazının
başlığı “Ayasofya ibadete açılabilir mi?” idi.
Yavuz
Bülent Bakiler yazmıştı.
1989
yılının şubat ayında yayınlanmıştı.
Ayasofya ne mürekkepler akıtıla akıtıla, ne umutlar tükene
tükene, ne mısralar dizile dizile açıldı.
Bu ülke
ne karanlıklar yaşadı, unutulmasın istiyorum.
Demek
ki emekler heba olmuyordu.
Fatih’in
İstanbul surlarını, toplarıyla vura, vura yardığı gibi, yaza yaza, söyleye
söyleye, dua ede ede açıldı Ayasofya.
Yavuz
Bülent Bakiler yazısına şöyle giriş yapıyor:
Ayasofya’nın
yeniden cami haline getirilebilmesi için basınımızda heyecan dolu yazılar
çıkıyor gönlümün o kalemlerle beraber olduğunu açıklamak istiyorum ama kendi
kendime de sormadan edemiyorum.
Acaba
Ayasofya yeniden cami haline getirilebilir mi?
O
günler umudun böyle tükendiği günlerdi.
Bakiler
şöyle sürdürüyor yazısını:
“Benim
yaşımda olanlar 1953 yılında açılan o meşhur Ayasofya davasını elbette
hatırlayacaklardır. O davanın özetini vermekte fayda vardır kanaatindeyim.
Bütün
yazılarını bir yürek aleviyle tutuşturan Osman Yüksel 1952 yılında Serdengeçti
dergisinin 17. sayısında, “Ayasofya” başlıklı bir makale yayınlandı. His
yüklü, şiir yüklü cümleler arkasında, Osman Yüksel'in hıçkırıkları
duyuluyor gibiydi.
Çünkü
480 yıl cami olarak kalan Ayasofya 'nın 1934 yılında, bir Bakanlar Kurulu
kararıyla müze haline getirilmesi ve bütün İslâm ruhundan soyundurulması, Serdengeçti'nin
şair yüreğinde derin yaralar açmıştı. Şu cümleler, Serdengeçti’nin o Ayasofya makalesindendir:
"Ey
İslâm'ın nûru, Türklüğün gururu Ayasofya! Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi
ışıl ışıl yanan muhteşem mabet!
Neden böyle
bomboş, neden böyle bir hoşsun?
Hani
minarelerinden göklere yükselen, taa... maveradan gelen ezanlar?
Hani o
ilahi devir? ilahi nizamlar?
Ayasofya
ses vermiyor!
Ayasofya
bir hoş!
Ayasofya
bomboş!
Hani
nerde, şu muhteşem minberde, binlerce erin, binlerce gazinin baş koyduğu şu
temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?
Ayasofya!
Ayasofya!
Seni bu
hale koyan kim?
Seni
çırılçıplak soyan kim?
Hani
gönüllerden kubbelere, kubbelerden gönüllere gürül gürül akan, sineler yakan
Kur'an sesleri...”
Yazı
hep bir yayla güzesi berraklığıyla devam ediyordu.
Ayasofya
yazısı 1953 Türkiye'sinde büyük fırtınalar kopardı. Devrin Cumhuriyet Savcıları
laiklik uğruna, Bizans İmparatorluğu adına, Yunan Milleti hatırına kılıç
kuşandılar.
Osman
Yüksel'i tevkif ederek zindana attılar.
Bir
Cumhuriyet Savcısı Ankara Garnizon Komutanlığı'na başvurarak Osman Yüksel'in “Ayasofya”
yazısıyla hem laikliği ihlal ettiğini hem de ‘halkın maneviyatını kıracak,
milli menfaatlere zarar mahiyetinde bir dil kullandığını’ ileri sürerek
dava açılmasını istedi.
Zamanın
Milli Müdafaa Vekili (Milli Savunma Bakanı demek oluyor, açıklama zorunluğu
hissettirildiğim için üzgünüm, bu da üzerimize çökmüş diğer bir karanlık) Seyfi
Kurtbek “Ayasofya” yazısını milli
mukavemeti kırıcı mahiyette görerek dava açılmasını emir buyurdu”.
Bakiler’
in yazısı böyle sürüp gidiyor.
Serdengeçti’
ye dava açılır.
İkinci
ağır ceza Mahkemesinde başlayan davaya Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu
bilirkişi tayin edilir.
Baltacıoğlu
raporunda yazının estetik yönüne dikkat çekerek yazının sanat değeri
taşıdığını, kışkırtıcı bir niteliğinin bulunmadığını, laikliğin zarar
görmeyeceğini bildirir.
Sonuçta
beraat ettiyse de mahkeme sonuçlanana kadar tutuklu yargılanan Serdengeçti dört
ay hapiste kalır.
Eskiler
“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür-İnsan hafızası unutma özürlüdür”
derlerdi.
“Bu günlere
nasıl ve ne karanlıklardan gelindi” unutulmasın
istedim.