Sabahın ilk ışıkları Boğaz’ın sularına düştüğünde, İstanbul, Yahya Kemal’in “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” dediği o büyülü uyanışı yaşar. Süleymaniye Camii’nin devasa kubbeleri, minarelerinden yükselen “Allahu Ekber” nidalarıyla bin yıllık bir medeniyetin nefes alışını hatırlatır. Victor Hugo’nun “Şehirler, insanlığın kolektif hafızasıdır” sözünün canlı bir tezahürüdür bu şehir. Taşlarına sinen her çizik, bir imparatorluğun yükselişini, bir sanatkârın terini, bir âşığın fısıltısını taşır. Topkapı Sarayı’nın avlusunda, Haliç’in üzerinde süzülen bir martı, Mimar Sinan’ın terazisindeki dengeyi andırır. Bu denge, sadece mimaride değil, Doğu ile Batı’nın, geçmişle geleceğin kavuştuğu bir medeniyet manifestosudur.
Süleymaniye Camii, yalnızca bir ibadethane değil, bir medeniyetin sabrının ve estetik iradesinin abidesidir. Mimar Sinan’ın “Kalfalık eserim” dediği bu yapı, inşası sırasında harcına karıştırılan yumurta akından, akustiğini sağlayan dev küplere kadar mühendislik harikaları barındırır. Caminin avlusunda oturan bir öğrenci, “Sinan bu taşlara dokunurken, bizim bugün burada soluklanacağımızı biliyor muydu?” diye sorar. Cevap, Kanuni Sultan Süleyman’ın vakfiyesinde saklıdır: “Bu cami, kıyamete dek ayakta kalsın diye değil, insanın ruhunu yüceltsin diye yapıldı.” Goethe’nin “Mimari, donmuş müziktir” sözü burada somutlaşır. Kubbenin altında yapılan tesbihatlar, ilahi uyanışla harmanlanıp duvarlarda yankılanır gibidir.
Ayasofya, insanlığın ortak hafızasının taşa kazınmış bir belgesidir. Justinianus’un “Ey Süleyman, seni geçtim!” diye haykırdığı günden Fatih’in atını şaha kaldırdığı ana, orta kubbede asılı duran dev avizenin altında, tarih yeniden yazılır. Restorasyon iskeleleri altında çalışan bir usta, “Bu taşların içinde 1500 yıllık bir çığlık var” der. Dostoyevski, Budala’da “Güzellik dünyayı kurtaracak” derken, tam da bu çığlığı duymuş olmalı. Mozaiklerdeki altın varaklar, Hz. Meryem’in bakışlarında, Fatih’in adaletini yansıtır. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan bu yapı, sadece Türkiye’nin değil, tüm insanlığın gözbebeğidir.
Kapalıçarşı, 65 sokak, 4.000 dükkân ve 500 yıllık bir ticaret ahlakıyla dokunmuş dev bir organizmadır. Burada, Fatih’in mührünün replikasını satan bir kuyumcu, “Biz burada altın değil, hatıra satıyoruz” derken, Shakespeare’in “Zamanın elinde bir saat değil, bir hikâye taşırız” sözünü hatırlatır. Çarşının labirentlerinde kaybolan bir turist, III. Murad’ın şehzadesi için dökülen bir kolyenin izini sürer. Sandal Bedesten’deki antika hatıralar, motiflerinde Selçuklu’nun göç hikâyelerini nakşeder. Mark Twain’in “Doğu’nun sihri bu çarşıda saklı” dediği gibi, her dükkân bir masalın kapısını aralar.
Galata Köprüsü, İstanbul’un kalbinin attığı yerdir. Balıkçıların oltalarını salladığı, martıların ekmek kırıntıları için dans ettiği bu köprü, Baudelaire’in “Deniz, sonsuzluğun aynasıdır” dizesini yaşatır. 19. yüzyılda III. Napoléon’un armağanı olarak inşa edilen ilk köprüden bugüne, burada aşklar başlamış, şairler ilham bulmuş, balıklar özgürlüğe uğurlanmıştır. Köprünün altındaki meyhanelerde çalınan fasıl müziği, Rebetiko’nun hüzünlü ezgileriyle buluşur. Orhan Pamuk’un İstanbul: Hatıralar ve Şehir kitabında anlattığı gibi, bu köprü “hem geçişi hem kalışı simgeler.”
Çamlıca Camii, 21. yüzyılın teknolojisiyle 16. yüzyılın estetiğini buluşturan bir abide. Genç mimarlar, geleneksel selâtin camii formunu, deprem mühendisliği ve akıllı enerji sistemleriyle yeniden yorumluyor. Caminin avlusunda, Mimar Sinan’ın izinden yürüyen bir mühendis, “Biz, taşları değil, ruhu restore ediyoruz” diyor. Kubbenin altındaki dev hat yazıları, dijital projektörlerle aydınlatılıyor. Nâzım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür” dizeleri burada somutlaşıyor.
İstanbul, Albert Camus’nun “İnsan, direnişinde bulur kimliğini” dediği gibi, her taşıyla bir direnişin simgesi. Ayasofya’nın gölgesinde içilen bir fincan Türk kahvesi, Süleymaniye’de okunan bir ezan, Galata Köprüsü’nden atılan bir olta, bu direnişin parçaları. Peki, bu şehri geleceğe taşımak için ne yapmalı? Dante’nin İlahi Komedya’da yazdığı gibi: “En karanlık cehennem, kararsızlık anında yaşanır.” İstanbul’un bekçileri olarak, kararlılıkla hareket etmek zorundayız: Tarihî eserler dijital arşivleme ve 3D taramalarla belgelenmeli, genç nesillere Osmanlı Türkçesi ve geleneksel sanatlar öğretilmeli, restorasyon projeleri uluslararası standartlarda şeffaf yürütülmeli. İstanbul, Leonardo da Vinci’nin “Zamanın kıyısında duran şehir” dediği gibi, geçmişle geleceği birleştiriyor. Peki ya siz, bu şehre ne bırakacaksınız? Belki de Gülhane Parkı’ndaki bir çınarın altına dikilen bir fidan, ya da Kariye Müzesi’nin duvarına asılan bir resim… Unutmayalım: İstanbul, sadece bir şehir değil, bir vaattir.