Zülfü yâre dokun
Depremin ilk anından itibaren yeterli müdahale yapılmadığı eleştiri üzerinde dönen bir deprem süreci geçirdik.
Yıllarca uzaklaştırmaya çalıştığımız hatta bazılarımız
tarafından “Artık ne ihtiyacımız var?” dediğimiz Avrupa Birliği’nin oluşturduğu
kriz yönetimi sayesinde birçok insanımızı enkaz altından kurtarmak için canla
başla çalışan yabancı ekiplere şahit olduk.
Hatta Ermenistan, İsrail, Yunanistan gibi yıllarca karşı
karşıya geldiğimiz ülkelerin ekiplerinin dur durak bilmeden çalıştıklarını
gördük.
Ermenistan Dışişleri Bakanı mevkidaşı ile başka ülkelerde
yaptığı normalleşme görüşmelerini bir kenara bırakarak taziye ve destek için
ülkemize geldi.
Dostu da düşmanı da çok olduğunu sandığımız Türkiye’nin
önemi yaşanan bu büyük afette tekrar görünür oldu.
“Tarihten çıkarsan tarih olmaz” denilen Türklerin ne kadar
da takdire şayan bir millet olduğunu kurduğu dostluklarla da düşmanlıklarla da
aslında tekrar görmüş olduk.
Ama şöyle dönüp baktığımız zaman ben görüyorum ki gerçekten
de Türkün en büyük düşmanı Türk...
Şu ana kadar sayıları yüze ulaşan müteahhitlerin yurtdışına
kaçarken yakalanmasından mı konuşsak yoksa bir yıllık binaların yıkılmasını mı
ele alsak bilemiyorum.
Yıkılan binaların yarısının 17 Ağustos sonrasında getirilen
deprem mevzuatı ile yapılmış olmasını mı hesaba katsak yoksa imar barışlarıyla
bir kaç oy için vatandaşımızın canının yok saymayı mı hesaba katsak
bilemiyorum.
Kızıyorum, üzülüyorum.
Kendi kendimi yiyorum.
“Biz neden bu işleri bir türlü başaramıyoruz arkadaş...”
hayıflanmasından kendimi alamıyorum.
Olmuyor!
Erken seçim için oy hesaplarını esas alan yaklaşımı
eleştirirken şimdi de ne gerekçeyle söylediği anlaşılamayan birinin seçimi daha
ileri tarihe atılmasını gündeme getirmesine anlam veremiyorum.
“Birileri bir yerlerden bir şeyler mi aldı ki böyle bir
gündem, en aşırı, en farklı diye bilinen kişiden geldi” düşüncesi konuveriyor
aklıma...
Vatandaşın acısını kullanarak iktidara saldıranlara mı yoksa
vatandaşın derdini görmek yerine makamlarını korumak için yalan üstüne yalan
söyleyenlerimi eleştirsem bilemiyorum.
Kokuşmuşluk her tarafta...
IMF’nin deprem bölgelerinin dönüşümü için 80 milyar dolardan
fazlasına ihtiyaç olduğu araştırmasına bakıyorum.
Sonra dönüyorum Dünya Bankasının ülkenin tamamının dönüşümü
için 500 milyar dolardan daha fazla bir kaynağa ihtiyaç olduğu açıklamasını
izliyorum.
Ne bütçe ne kanun ne de seferberlik çabasına girişeni
göremiyorum.
Varsa yoksa seçim, sandık, oy...
Yere batsın oyunuz, seçiminiz...
Vatandaşın canı gitmiş...
Ülkemizin canları gitmiş...
Ama dertler o kadar saçma, o kadar gerçekten yoksun ki...
Nereye koysan tepki gelecek.
Saçmalıklar ülkenin basiretinin bağlanmasından olsa gerek
kimseyi rahatsız etmiyor bile...
“Bizden bir şey olmaz...”, diyenlerin haklı olmasından korkuyorum.
İnanmak istemiyorum.
Bizden bir şey olmalı.
Olmak zorunda...
Çünkü başka şansımız yok.
Ahlaklı, akıllı ve inançlı olmak için ne bilimi dışlamalı ne
de dini...
Ama nedense dört taraftan düşmanlık görenlerin dört taraftan
yaşattığı beğenmemişlik duygusunun hükmünden kurtulamıyoruz.
Çocuk kaçıranı mı dersin, yağma ve talan için fırsat bulanı
mı?
Enkaz altında canını kurtarmaya çalışanlara rağmen borsada
kazancını katlayanı mı dersin yoksa deprem bölgesine gitmemek için türlü türlü
bahaneleri sıralayan liderleri mi?
Habercilik diye devleti tahkir edeni mi dersin, fırsat bu
fırsat artık parlama vaktim geldi diye çırpınanları mı görmek istemezsin?
Herkesin koştuğu yere NATO’nun gelememesine mı yakınırsın
yoksa Atlantik ötesindeki “dostumuzun” feryat figanına mı üzülürsün?
Yıkılan binaların ve kaybedilen canların yanında Türkiye’nin
marka değerini taşıyan bir çok profesyonel sporcu, üretim sektöründeki uzmanlar
da ülkenin tecrübe kaybına yandığına mı yanarsın yoksa fitneci, fücurcu ve
çapsızların hala yaşadığına mı?
Pişmanlıklarımızdan ders çıkarmak için öyle çok büyük
laflara gerek yok.
İnsani davranıp gönülleri alanların kazanacağı bir
dünyadayız.
Gerisi boş...