Zühd ve erdemin şairi Âkif
İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif, kuvvetli bir Kur’ân hafızı olması yanında, iyi derecede Arapça’ya da vakıf bir mütefekkirimizdir. Çok yönlü kabiliyet ve yeteneklere sahip olan Âkif, hayatını bir Kur’ân yolu şeklinde düzenlemeye çalışır. İslâm’ın temel ilkeleri ve değerleriyle inşa edilmiş bir dünya görüşü oluşturmaya gayret ederdi. Büyük Millet Meclisi’nce kendisine verilen Kur’ân tercümesini tamamlamıştır. Ancak birtakım kaygılardan dolayı teslim etmeyi uygun görmemiş ve sözleşmeden çekilmiştir.
Mehmet Âkif,
Kur’ân tercümesi üzerinde yoğun bir çalışma temposuna sahip bir İslâm bilgini
portresi çizmektedir. Zâhid bir kişinin hayatı gibi yaşayan Şâirimiz,
bilindiğinin veya iddia edildiğinin aksine, tasavvufî bir yöne de sahipti.
İstiklal Savaşı’nda Ankara’ya destek amacıyla gidişinde, Taceddin Dergahı’nda
kalması rastgele bir tercih olmasa gerektir.
İşte zühd
içinde bir hayatı olan Âkif, Mısır’da Kur’ân tercümesi üzerinde yoğun bir
şekilde çalışır. Yorucu olan bu kutsal çalışma esnasında nefeslendiği olurdu. O
da, dinlenmek için Mesnevî okurdu. Kendisinin ifadesine göre; Mesnevî’yi
okuduğunda, birtakım sonuçlar çıkarmaya çalışır. Daha sonra Mesnevî’nin
şerhlerine/yorumlarına bakardı. Onlarla bazen ihtilafa düşer, nihayetinde
İsmail Ankaravî’nin şerhiyle ittifak ettiğini görür ve buna çocuklar gibi
sevinirdi. Hatta Ankaravî’ye içten içe bir sevgi ve muhabbet duyardı. Bunu da
İstanbul’a geldiğinde, onun kabrini ziyaret ederek göstermiştir. Ankaravî’nin
büyük bir mutasavvıf olduğunu ve onun kabrini ziyarette büyük manevî zevkler
yaşadığını beyan eder.
Mevlânâ’ya
düşkünlüğünü, Âkif’in son dönemlerine kadar görmek mümkündür. Hasta yatağında
iken, henüz ölümünden birkaç ay önce, ziyarete gelenler olurdu. Onlardan
birisinin ‘Mevlânâ şair midir?” sorusuna karşı: “Şair Mevlânâ’yı arıyorsanız Divan-ı
Kebir’ini okuyunuz. Mürşit Mevlânâ’yı arıyorsanız Mesnevî’sinde
bulunursunuz” cevabını vermiştir.
Zâhid Şair
olan Mehmet Âkif, tertemiz bir ruh ve gönül asaletine sahipti. Kumar, kadın,
içki gibi insan öldüren hiçbir haz, onu esir almaz; hayatı bir haya, vefa ve
safiyet üzerine kurulmuş bir dergâh gibiydi. Siyasal ihtiraslar, mevki, makam,
kadın ve kumar onun hayat boyunca elleriyle terslediği hazlardır.
Erdemle bezenmiş bir karaktere sahip
olan Millî Şâirimiz, din ulularının sürekli ikaz ettiği şekliyle, kimseden bir
şey talep etmez; bundan dolayı herkese karşı aynı seviyede hareket ederdi. Hz.
Ali’nin bir sözünde söylediği prensipler, onun için âdeta bir hayat ilkesiydi:
“Lütfettiğin adamın efendisisin; lütfunu gördüğün adamın uşağısın; lütfunu
beklemediğin adama müsavisin!”
Kibir ve gurur, Âkif için, zehir saçan
bir özelliktir. O, para ve mevkiyle bunu sınırlandırmaz, ilmin de kibrine karşı
büyük bir savaş verirdi. Mehmet Âkif’in hayat felsefesinde, ilim yolunda gurur
ve kibrin kölesi haline gelenler, “eşek satar gibi kendilerini satıyorlar”dı.
Mehmet Âkif, İslâm’ı ve Müslümanlığı
bir sanatkâr gibi değil, bir mütefekkir gibi sever, aşkını ilan ederdi. Onun
‘Secde’, ‘Leyla’, ‘Gece’, ‘Hicran’ gibi son dönem şiirlerinde mistik tavırlar
öne çıkar. Onda ‘his mistisizm’i değil, ‘fikir mistisizm’i var. Âkif tekke
Müslümanı değil, cami Müslümanıdır; onda cezbeden ziyade. secde var”dır.
(Mithat Cemal, Kuntay, Âkif, 258)
Mithat Cemal, Âkif’in tasavvuf
bakışındaki bir hususa dikkat çeker: “O, cürüm işlemek için lazım olan bir nevi
karanlık diye kullanılan tasavvufa düşmandı. Âkif’in bir taraftan da kendi
tarzında bir tasavvuf zevki vardı.” (Kuntay, 272)
Şu halde, tasavvuf klasiklerini okuyan
ve onlardan azami derecede beslenen Mehmet Âkif, çileli ömründe, bir zâhid gibi
yaşadı; yine zühd ve sadelik içerinde bu hayata veda etti. Böylece onun yaşamı
boyunca Kur’ân’ın ahlâkî prensipleri ve Hz. Peygamber’in sünneti olan değerleri
istikametinde bir hayat felsefesi oldu.