Zekâta Mâlik Olmayınca
Çocukluğumuzda
ve ilk gençlik dönemlerimizde camide kıldığımız teravih namazlarımızı bu Ramazan’da
evlerimizde eda ettik. Mazideki teravih namazlarımız aklımıza düşünce filmlerde
yapılan flashback (geri dönüş) ile geçmişe yolculukla hatıralarımızla avunduk.
Bu yazımızı Ramazan
başlangıcında yazmak istemiştim. Nasip bugüneymiş. Sadaka kelimesi ile eş
anlamlı zekât Kur’an’ı Kerim’de namazla
birlikte zikredilmektedir. Yani namazın
farziyetiyle eş değerdir. Zengin
Müslümanlardan alınan belli payı ifade eden zekât, fakirin hakkıdır. Zekât veya
kurban nisabına mâlik olana zengin denir. Zengin olma
tarihinin üstünden bir sene geçince zekât vermek farz olur. Dinî ve ahlâkî değerleri yücelten,
sosyal yapıyı güçlendirip, ekonomik hayata canlılık getiren, sosyal dayanışmayı
güçlendiren, maddî ve manevî arıtmayı sağladığına inandığımız zekât, zengini
cimrilik hastalığından, aşırı mal hırsından kurtardığı gibi ona cömertlik ve şükretme
hasleti de kazandırmaktadır.
Cahiliye döneminde servet
sahiplerinin fakir-fukara ile ilgilenmedikleri; servetlerini sömürü aracı
olarak kullanıp, kendi arzularını tatmine yönelik harcamaları İslâm'ın asırlar
önce kurduğu bu müessesenin hayata geçirilmesiyle toplumda iç huzur
sağlanmıştır.
Geçtiğimiz günlerde zekât ile
alakalı bir yazı okurken kafama takılınca önce internet ortamında, daha sonra
kitaplığımdaki ilgili eserlere göz attım. Soruma tatmin edici cevap ararken
aklıma Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulu’na sormak gelince öyle yaptım. İnternet ortamındaki soruma
birkaç gün sonra aynı yoldan cevap verildi. Buradan fetva suallerine
geciktirilmeden cevap verildiğini anladım. Sorum şuydu: siyer kitaplarında Hz.
Muhammed’in (s.a.s) zekât verdiğine dair bilgilerin eksikliğinden söz ederek,
nedenini sormuş ve verilecek cevapta işin hikâyesinden çok teferruatlı ve
tatmin edici bilgilendirilmek istediğimi ifade ettim. Diyanet’ten gelen cevaptaher Müslümanın bilmesi gerektiğine inandığım ilmihal kitaplarında
yazılı bilgi girişinden sonra,
“Hz. Peygamber’in (s.a.s) hayat tarzı azla yetinmenin ve zâhidâne yaşamın
örnekleriyle doludur. İsrâiloğulları’ndan Hz. Süleyman (a.s.) gibi kral
peygamberlere karşın Resûlullah (s.a.s) kul peygamber olmayı tercih etmiştir.
Resûl-i Ekrem’in (s.a.s) bu konudaki sözü çok mânidardır: “Ben melik
peygamber veya kul peygamber olma hususunda serbest bırakıldım. Cebrâil bana
tevazu göstermemi işaret etti. Ben de ‘Kul peygamber olayım, bir gün doyar, bir
gün aç kalırım’ dedim” (Heysemî, IX, 192). Hz. Peygamber (s.a.s), İslâm’ın Arap
yarımadasının hemen hemen tamamına yayıldığı zamanlarda bile mal ve servet
biriktirmemiş, yaşantısında daima azla yetinmiş, eline geçen malları fakirlere
dağıtmış, özellikle ashâb-ı Suffe’yi de bu şekilde yetiştirmiştir. Hadis
kitaplarında Hz. Peygamber’in (s.a.s) cömertliğine dair pek çok rivayet yer
almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) lüks bir hayat içerisinde yaşamamış, eline
geçen malları Allah yolunda infak ederek fakir ve ihtiyaç sahibi insanlara
vermiş ve kendine özel bir mal biriktirmemiştir. Dolayısı ile O
(s.a.s.), sahip olduğu malları, fakir ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırken,
zekât vermekten ötesini de yaparak, tüm Müslümanlara ve insanlığa yardımlaşma,
dayanışma ve paylaşma konularında en güzel örnek olmuştur” cevabını sizlerle paylaşmış oldum.
Peygamberimiz zekât vermemiş, çünkü zekâta malik
serveti yokmuş. Buraya kadar tamam. İtirazımız olamaz.
Konuyla ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya İlahiyat Fakültelerinin araştırmalarından haberimiz olmadığını belirtmiş olalım. Şayet yanılıyorsak dostlarımızın uyarılarını bekleriz. İlmihal ve fıkıh kitaplarında zekâtla ilgili olarak bir Müslümanın bilmesi gerekli bilgilerin mevcut bulunduğunu da biliyoruz.
Sanırım mevzu anlaşıldı. Sarih ifadelerden sonra evelemeye gevelemeye gerek kalmadığını düşünüyorum. Ramazan’a elveda derken zekâtın fakirin hakkı olduğunu hatırlatarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlarından başka yazımızda söz etmek üzere ve’s-selam.