Zekâ tarlalarımız!
Her dönemde bu millete muhtemelen başka milletlere nasip olmayan bir zekâ tarlası ihsan edilir.
Ve
yine hiçbir millette olmadığı kadar sadece bizde bu zekâ tarlaları heder
edilir. Çorak kalır. Ürün vermez. Kendi de neden böyle olduğunu bilmeden nadasa
kalır. Hatta tarla olmaktan çıkar bir bozkıra döner.
Yaklaşık
20. asrın başlarından başlayan bu çoraklık ve bozkırlaşan zekâ tarlalarının
akıbeti, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de aynı şekilde devam etmektedir.
Ve
bütün bu acı sonuca götüren sürecin merkezinde çağdaş eğitimimiz var zannımca.
Zekâ
tarlalarımızı bozkırlaştıran yaklaşık 100 yıllık eğitim faciamızı üç örnekle
somutlaştırmak istiyorum.
Birincisi, belki de en önemlisi girdi kalitesinin
en yüksek olduğu lakin çıktılarının aynı derecede olmadığı ve bu ülkenin en
zeki çocuklarının heder edildiği tıp fakültelerinin hâlâ aynı akıbeti
yaşamaları ve günümüzde dahi yüzde birlik dilimde bu çocukları alarak
geleceğimizi karartmalarıdır.
Tıp
fakültelerinin verdiği eğitimle övünmemesi gerekir, girdilerinden ötürü. Çünkü
bu ülkeyi istikbale uçuracak zekâlar onların girdileridir. Öğrenme kapasiteleri
yüksek, çalışma disiplinleri üst düzeyde, tecrübi ve teorik bilgi arasındaki
farkı en aza indirgeyecek bir donanımda olan bu girdiler zaten tıp
fakültelerinin seviyelerini en üst düzeye çıkarmaktadırlar.
Maateessüf
ülkenin geleceğini inşa edecek ve ona yön verecek bu zekâ tarlaları dün de
bugün de sadece günü kurtarma ve konforlu bireysel bir yaşam elde etme topluma
hava atarak ve toplumun havasını alarak heder olmaktalar. Ve dahi hekimliği de
halkın içine karışınca öğrenmekteler.
İkincisi,
zannımca en az birincisi kadar önemli
olan ve onlardan daha vahim bir halde olan hukuk fakültelerine kaydolan zekâ
tarlalarımızın bozkırlaşan halleridir.
Hukuk
fakültelerinin de girdileri en az tıp fakülteleri kadar nitelikli zekâlarımızdır.
Zannımca onların da bozkırlaşmasının temel nedeni çıktıları itibariyledir.
Çünkü adalet asla 4 yılda, hele belli karaktere ulaşmış bir kimlik inşasından
sonra kazanılacak bir değer değildir. Buradan çıkan hukukşinaslarımız büyük bir
hayal kırıklığı ve adaletin tecrübi tarafını mesleki tecrübelerinde elde etme
gerçekliğiyle cemiyete karışırlar.
Bugün
de yüzde birlik dilimde olan bu zekâ tarlalarımız cemiyetin gelecek inşasında
önemli bir yer alacak bir donanımda iken eğitimimizin sistematik
duyarsızlaştırmasıyla kalın kalın kitapların teorileri arasında ve sadece
papağan gibi ezberleme konumunda sönüp giderler. Mesleğin havasını atarlar
lakin cemiyetin havasını hiç alamazlar. Çünkü bu zekâlarımız bilir ki adalet
dört senede öğretilecek kadar basit değil kendileri de bu kadar hafife alınacak
bir zekâ seviyesine sahip değiller. Ama girdikleri eğitim labirentinin içinden
de çıkamamanın acizliğini ifade edemeyecek kadar çaresizler.
Üçüncüsü de zannımca diğer ikisi kadar önemli
olan heder edilmiş bir diğer zekâ tarlalarımızdır ve günümüz de de aynı akıbeti
yaşamaktadırlar. Bunlar da mühendislik ve mimarlık fakültelerimizin girdileri
olan zekâlarımızdır.
Yaklaşık
100 yıldır bu topraklarda havası en çok olan ve zekâlarımızı en çok kıraç
bağrına çeken mesleklerden biri de mühendislik ve mimarlıktır. Yüz yıllık
geçmişimizin emarı çekildiğinde bu mesleğin asla bir orijinal mimarlık ve
mühendislik inşa edemediğini acayip ve garaip bir kentleşme oluşumuna vesile
olduklarını hatta büyük acılara sebep olacak bir yapılaşmanın içinde oldukları
görülür.
Bugün
de yüzde birlik dilim içinde olan bu fakültelerin girdileri her zamanki gibi
zekâ tarlalarımız lakin çıktıları bozkır ve kıraç topraklarımız olarak
görülüyor.
Ben
derim ki bu üç fakülteye girdi olarak kayıt yapan zekâ tarlalarımızın, hem
sağlıkta, hem adalette hem de mimaride asra damga vuracak ve bize yeni bir
medeniyet inşası sağlayacak faaliyetler yapamamalarının temel nedenleri
girip-çıktıkları eğitim kurumları yani yüksek öğrenim kurumları değildir
sadece.
Bu zekâ
tarlalarının bozkırlaşmasının ve günümüzde dahi kıraç topraklara
dönüştürülmesinin asıl sebebi hâlâ değeri anlaşılmamış ve bu gidişle de
anlaşılması zaman alacak olan eğitim fakültelerinin yani öğretmen yetiştirme
zihniyetimizin çağların gerisinde kalması ve ötesine geçecek adımların
atılmamasıdır.
Sağlık
bir insani değerdir. Yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Bunu bireye en iyi
anlatacak en önemli meslek öğretmenliktir.
Adalet
bir evrensel değerdir. Hayatın her anında ihtiyacımız var ona. Adaleti içselleştirip
yaşam boyu en doğru yaşantıyı oluşturacak adımlar aileden başlar okulda devam
eder meslekte zirveye ulaşılır. Öğretmenin adaleti bir değer ve karakter olarak
şekillendiremediği bir bireyden bu mesleğin icrasını beklemek muhali talep
etmek gibidir.
İnşa/yapı
yaşam boyu ihtiyacımız olan ve estetik duygularımızı tatmin eden bir
etik-estetik değerdir. Bu değerleri oluşturacak zekâ tarlalarımız çocukluktan
itibaren bir olgunlaşma sürecine girmelidir. Öğretmenin insanı ve estetiği
merkeze alarak şekillendirdiği bu zekâ tarlalarımız hem yeni bir medeniyet
tasavvurunda hem de estetik bir inşaya sahip zihniyette olurlar.
Bütün
meslek erbapları ve öğretmen ilişkisi bu bağlamda detaylandırılabilir; hepsinde
de aynı kaygı ve sonuçların çıkması muhtemeldir.
Sonuç
olarak diyebiliriz ki bütün bu zekâ tarlalarını tespit edeceklerin daha bir üst
zekaya sahip olmaları gerekir. Yani ülkemizde ne zaman eğitim fakültelerinin
girdileri zekâ tarlalarımızdan oluşursa ve bu girdiler daha donanımlı ve üst
zekaya sahip çıktılar olarak anaokulundan liseye kadar var olan eğitim
kurumlarımızda yer alırlarsa inanıyorum ki hiçbir zekâmız heder olmayacaktır.
Yüz
yılı aşkın bir uykudan uyanmanın vakti gelmiş geçiyor bile.