Yüzyıl yüzsüz yıl
Deprem, yangın, sel. Felaketler silsilesi.
İlk gençlikten bu yana Bakara suresinin neden en başa konmuş olduğunu, insanlığın büyük tarihî tecrübesinin Kitab'ın ilk sayfalarında, göz önünde tutulması gerektiği düşüncesiyle açıklardık. Çünkü orada ardarda cezalar, küçük büyük felaketlerle azaplar ve daha önce de bunca azabın nedenlerinden bahsedilir. Bizim çok vahiyli ama akılsız toplumlarımız da onu hep başkaları üzerinden okur, hiç üzerlerine alınmazlar. Bir de ötekilestirdikleri ve düşman belledikleri toplumları karalamakta editoryal cümle, giris ve başlangıç olarak kullanırlar önemli nasihat toplantılarında.
Şimdi bir daha anlıyorum. Değerleri hiçe saymanın, varlıkla, tabiatla zıtlaşmanın onun sabrını zorlamak ve en nihayet onu tabiri caizse zıvanadan çıkarmak olduğunu... Sonra gelsin arka arkaya belalar. Bölgesel, özel, hatta yöresel veya genel kıyametler. İnsan eliyle hazırlanmış, yapay, güya kolay, emeksiz ve hırsızca, açgözlülükle sürdürülen kötü yaşama karşı kesilmiş cezalar. Ağır bedeller.
Zamanın çember çevirmeye ve zamanında yapılan bütün yanlışların birden bire bütün yaşam düzeneğini yerle bir eden kadere dönüşmeye başladığı anlar. An be an yokoluşlar. An iken anı, acı hatıra oluşlar.
Son yüzyıllar özeti...
İnsanın yüzsüzlüğünün özeti.
Sert yüzleşme hikâyeleri...
Varlıkla zıtlaşmayı sonradan öğrendi insan. Tabiata büyük vefasızlığı... Bırak insanı kardeşti hayvanla. Dosttu denizle, dağla. Toprağa saygılıi basardı nihai istirahatgahı diye.
Tepelerde gülüşerek boy ölçüşür, sonra bir bakarsın halay çekerdi ufukla..
Mekan ayaklarının altından kayınca hayat ta, zaman da küstü insana. Bir yokoluş mücadelesine döndü gün.
Çok da değil, birazcık eskiden biz zamanı kafesleyebiliyorduk mesela. Hatta güvercin besler gibi beslediğimizi bile söyleyebilirim.
Onu elde avuçta tutabiliyorduk; başı tavşan ayağı kaplumbağa olarak...
Doğrusu bir zaman gelip bu kadar vahşi ve yol sormaz olabileceği hiç aklımıza gelmezdi. Muhtemelen yolunu sormamış ve değerini bilmemişliğe karşı hep bu tepkiyle karşılık veriyor. Halbuki onu daha ziyade "İzninizle, geçebilir miyim?" derkenki edebiyle tanıdık.
Dikkat ederdim; iyi bir şey yaparken, onun yarım yamalak kalmasını istemez, güzelce bitirmemizi beklerdi. Zaman...
Kalıcı bir şeyler yapmadan çekip gitmeyen, böylece fenâlâşarak yaşamamıza müsade etmeyen bir edeple... Huzurluyken öyle sanıldığı gibi acele etmezdi. Sadece o da heyecanlanır, en küçüğüne, an'a yüklenir, an'a sığışmamız ve tam mutlu olmamız için bizzat gayret sarfederdi. Hüzünlüyken de saygı duruşunda bulunurdu. Ses etmez, kıpırdamaz, gerekirse aynı noktada çakılır kalırdı.
Şimdi bize kızgın ve bizimle birlikte bir hayatı paylaşmak, bize hayat vermek istemiyor. Çünkü onu çok hırpaladık. Kötülükler, kötülükler, kötülükler yaptık. Ona içini heyecanla dolduracak istikrar mekanı bırakmadık. Şimdi toprak üstündekileri fırlatıyor. Şimdi gök üstümüze üstümüze yürüyor. Dolayısıyla zamana yer kalmıyor. Yersiz ve zamansızlığa yani hayatsızlığa, yıkıma ve ölüme doğru her zamankinden daha fazla gidiyoruz. Şimdi...