Yukarı düşerken.
Kendini, hayatın içinde olan biten her şeyin fizik kanunları ile açıklanabileceğinin iddia ve ispatına adayanların, ‘yukarı düşme’ derken ne kastedildiğini anlamaları beklenemez elbette. Bu idrak kabiliyeti, insanın yukarı düşüşünün aslında ruhun yükselişini ifade ettiğinin anlaşılmasıyla ancak gelişebilir.
Şafiî âlimlerinden Ahmed
Sem’ani, Allah’ın Hz. Âdem’i cennetten tüm çocukları ile birlikte oraya geri
dönme vaadiyle çıkardığını söyler. Bu vaat, istikamet şeridinden sapmamış “insanlığını
muhafaza edebilmiş insan’ için geçerlidir ve kıyamete kadar sönmeyecek bir umut
ışığının varlığını, insanın Yaratıcı nezdinde ne kadar önemli olduğunu gösteren
en açık işarettir. Böyle olmasına rağmen insan, bunu kendine bahşedeni, “özgürlüğünü”
sınırlandıran bir güç olarak görür. Bu, modern insanın bir türlü içinden
çıkamadığı labirentidir.
Modern dünyanın
argümanları ile kendimizi savunmamız, aynı zamanda savrulmamızın da şiddet ve
frekansını belirliyor. Her dönem şiddeti artan bir tekrarın içinde yeni yerlere
savruluyoruz. Senin yerin burası denilen her yer aslında olmamamız gereken yer.
Buna rağmen biz yine de orada kalabilmek için tırnaklarımızı uzatıyoruz. İllüzyonlar
tırnağımızı geçirdiğimiz yerin bizi tepetaklak aşağı düşürecek zemin olduğunu ustalıkla
gizleyebiliyor.
Hz. Âdem dünyaya düştüğünden
beridir, insan ne düştüğü yerin farkında ne de bu yerin aslında bir önceki
konumuna tekrar geri dönmek için bir fırsat olduğunun… Tırnağımızı
kopartırcasına tutunmaya çalıştığımız dünya, insanın yukarıya doğru düşmesini
sağlayacak her şeyi göz önünden kaldırırken, aşağıya düşürecek tüm engelleri
şaşaalı gösteren düşünceler icat ediyor.
Modernite, insanı aşağı
doğru düşürecek uçurumları janjanlı gösterip hazları peşinde koşturan ve ruhu
kendi bedenine dahi yabancı edecek kurgusuna rağmen baş tacı ediliyor. Bedenin
tek başına hükümran oluşu, insanın hedefini, düşüş yönünü aşağı yönlü olarak tashih
ediyor. Neyse ki ruhumuz, ne bu durumdan memnun olacak ne de kendini yok edecek
müdahalelere açık bir şekilde yaratılmadı.
Yukarı düşme metaforu,
insanın ceplerini doldurmak için gösterdiği çabanın ne kadar beyhude olduğunu
da gösteriyor. Belki de gözümüzden kaçan en önemli nokta budur. Ne kadar
dünyalığa sahip olursak olalım hep fazlasını istememiz, hırslarımız, bitmek
tükenmek bilmeyen isteklerimiz… Bunların hepsi bedenimizi ruhumuzdan keskin
çizgilerle ayırmamızdan, yani gözümüzün hep aşağıda -dünyada- olmasından ötürü
değil mi?
Evet, insan yukarı ya
da aşağı yöne düşecek şekilde yaratıldı; ya aşağıya düşüp insanların nezdinde ve
sadece dünyada yükselmiş olacak ya da hem dünyada hem de ukbâda yukarıya düşmüş
olacak. Oysaki çeşitli illüzyonlarla iradesi elinden alınan insanın kendi
başına doğru bir karar veremeyeceğini, dünyanın geldiği noktadan anlayabilmek mümkün.
İnsanın nisyan kökünden
gelmesi, dünyanın insanı yukarı düşürmeyecek şekilde kurgulanmış bir illüzyondan
ibaret olduğunu açıklamaya yeterli gelmiyor. Dünya hakkındaki bilginin, kutsal
kaynaklardan değil; bilim, medya, popüler kültür, televizyon gibi düşüş yönünü
aşağı çeviren ikincil kaynaklardan öğrenilmesi bu yanılsamanın anlaşılmasını
imkânsızlaştırıyor.
Bugün dünya, aşağı düşerken
ceplerini tutan insanın ve buna sebep olan modernitenin değil, yukarı düşmek
için kendini ilahi olarak yerleştirilmiş mekanizmalara bırakabilen bir insan
düşüncesinin özlemini çekiyor. Bu özlemi dindirecek ortam, insanın yaratılış
gayesini anlamasıyla neşvünema bulacaktır.