Yorulunca geçer sandık
Yorulunca geçer sanıyoruz; öğrendikçe sıradanlaşır. Tabiatı gereği aşinalık kazandıkça insan, eskitir, eksiltir duygularını. Coşku azalır, dikkat kayar, aşk yatıştırır kendisini…
Oysa bu genellemeye biat etmeyen boşlukları vardır hayatımızın… Hayatımızın, bir çöl gibi yağmura aç mevsimleri; görünce doymayan, kavuşsa da kanmayan çehreleri…
İlim, kendisinin kıymetini bilen, çilesine vâsıl olan, kazandırdıklarını takdir edebilenler için böyle bir mecra… Coşku üzerine resmini zıtlıklar manzumesiyle çizen tılsımlı el. Kendini muhatabına gösterdikçe, muhatabına yükledikçe kendini, onu yükseltip yücelten fakat aynı zamanda ona eksikliğini ağırbaşlı telkinlerle söyleyen ihtiyar dâhi… Ateşten dişlileriyle en canlı azalarını öğüten çağın, munis dervişi. İçinde bir hasret türküsü taşıya taşıya geçtiği yollarla daima güzelleştiren, sonra güzelleştirdiği insanı kendisine âşık ve hayran eden, muayyen bir beldesi olmasa da ruhu, canı, cismi olan sevgili ses… Onu bir nebze tanıyanlar, yaşamanın manasını deryasında bulanlar, uğruna zamanını, sağlığını, canını vakfedebilenlerdir. Cânı verip ilim almak, cânı bilgiye satmak.
Halide Edip “Sinekli Bakkal”ında Vehbi Dede dudaklarından döker yol ışığını;
Fikrin maddeye ne kadar hâkim olduğunu düşündün mü? Fikir gidince insan da kağıt gibi cansız ve manasız oluyor. Bu akşam İsa Peygamber’in şu sözlerini hatırladım; Allah ölülerin değil, dirilerin Allah’ı.
Yalan, kıskançlık, bencillik gibi duygular Kabil’den mirassa da, insanların birbirinden daha fazla uzaklaştığı, birbirlerini ileriye taşıma fedakârlığında bulunmak şöyle dursun, muhataplarının güzellik, azim ve başarılarından duydukları rahatsızlığı had safhaya çıkardığı, rikkat ve saffeti taşlamayı meziyet addettiği bir zamana rast geldik. Sevinenle mutlu olanı, üzülenle ıstırap duyanı, iyi bir enerji kuşanma telaşına gireni gönül mumuyla arar olduk. Kondurmamaya çalışsak, içimize daima bir ayna muamelesi yapsak da ortada… İşte, böyle bir devranın marifeti de insanın kendisiyle rabıta kurabilmesinde saklı. Nasıl yeni bir ben inşa edebilirim, muhabbet ve güzel bilgi ile donattığım o ben’i nasıl daha ileri taşıyabilirim sorularına kondurulacak cevaplarda… Arayanlar bulamaz ama bulanlar daima arayanlardır.
Onun için güzel şeylerin boşluğunu sadırlarında hisseden, o boşluğu doldurmak için üstün bir çabanın varlığına ihtiyaç duyan ve bu gayreti sadece kendisinde arayan insanlar, saygıyı da en ziyade hak eden kimselerdir…
Ne güzel söylemiş Niyazi Mısrî Hz;
Dermân aradım derdime
Derdim bana dermân imiş
Bürhân aradım aslıma
Aslım bana bürhân imiş
Sağ u solum gözler idim
Dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim
Ol cân içinde cân imiş
Gönül ne ile hemhâl ise rüyasını orada, onunla buluyor. Kalabalıklarda hep o koku, o sonsuz katresi âlemin… Eski bir sahaf. Sararmaya yüz tutmuş kağıtların sokaklara taşan, yağmurla sarmaş dolaş olan kokusu… Taş plaklar, kaybolmamış şarkılar, divit, hokka, gelişigüzel dökülmüş mürekkep damlaları… Birbirine aşina ruhların, dünyaya yabancı yüzleri; arıyorum yıllar var ki ben onu/âşıkıyım beni çağıran bu sesin. Sadece orada, ömrünü kelimelere vakfeden ve isimlerini zihinlere kazıyarak giden insanların hatıralarının yaprak yaprak beklediği o yolda mesut olan kalpler… Selam size…
Nuray Alper