'Yorgunum Dostum'
Yaşlı bir dünyada yorgun bir asırdayız...
Çoğu zaman yorgunluğumuzu gizliyor, kabullenmiyoruz... Ya da herkes yorgunluktan dem vuruyor ama dert etmiyor...
Önce sözlükler yorgunlukla ilgili ne diyor, ona bir bakalım...
Çalışma ya da değişik nedenlerle bireyin ruhsal ve bedensel etkinlikler açısından verimlilik düzeyinin azalmasıdır...
Patolojik, fizyolojik, psikolojik açıdan yorgunluğu tanımlayabiliriz...
Aslında yorulmak insani bir durumdur, ancak yorgunluk bir yaşam biçimine dönüşmüşse, kişi yorgunluğun esiri olmaya başlamışsa tehlike o zaman başlıyor. Hatta yorgunluğu seven, savunan, sahiplenen bir aşamaya gelinmişse esas sorun orada ortaya çıkıyor...
Bireysel bir yorgunluktan bahsetmiyorum, toplumu tehdit eden salgın bir yorgunluktan endişe ediyorum...
Yavaş yavaş yorgunluklar bizi yığınlaştırıyor, yılgınlaştırıyor ve yalnızlaştırıyor...
Yorgunluklar yılgınlığa... Yılgınlıklar ye'se... Ye'slerde yok oluşa sürüklüyor...
Acı olan; üretirken, çalışırken yorulmadık, tüketirken, otururken yorulduk...
Yorgunluğumuz uzun yollar yürüdüğümüzden değil, yola çıkmadan yorulduk...
Yaşımızdan, yıpranmışlığımızdan, yoğunluğumuzdan kaynaklanan bir yorgunluk değil, bir tükenmişlik sendromu, yenilmişlik depresyonu...
Biz çetin kışlarda, soğuk Şubatlarda bu kadar yorulmadık, bahara neden yorgun çıktık, anlamıyorum...
"Sığ sulardaki yorgun gemiler" gibiyiz...
Nedir bu bıkkınlık? Bezginlik? Boş vermişlik? Bitkinlik?
Sanıyorum bizi yoran davanın yükü değil, dünyanın kasveti... Dünyalık korkular, kaygılar, kuşkular kalbimizi kuşattı... Üstümüze bir ağırlık çöktü... Yeryüzüne çivilenip kaldık...
"Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz?" sorusu her şeyi gözler önüne seriyor...
Arzularımız, asabiyetlerimiz, alışkanlıklarımız, ataletimiz bizi kötü vurdu...
Kas yorgunluğu geçiyor, kalp yorgunluğu geçmiyor...
Yüreklerimize ne yükledik ki bu kadar yorgun düştük? His, heyecan, hareket yok... Aksiyon, azim, aşk oluşmuyor...
Hangi günahlar bizi yormuş olabilir ki?
Niza, haset, gıybet, tecessüs, kin, nefret, buğz, kibir, enaniyet, zan, cedel, asabiyet, gurur, husumet hangisi acaba? Yoksa hepsi mi?
Yoksa ifratlar, tefritler, anlamsız tartışmalar, laubalilikler, şımarıklar mı yordu bizi?
Sakın, ".....cılık, .....culuk"larımız bizi yormuş olmasın!
Konjonktör, piyasa, pazar bizi feci yordu...
Vefasızlıklarda bizi az yormadı...
Artık şimdi sadece yolcu değil, yol da yorgun...
Mihrap, minber, minare, kürsü yorgun... Kalem, kelam, kitap, kelimeler yorgun... Sadece hatip değil, mikrofon yorgun... Dernek, vakıf, dergah, mektep, medrese, cemaat, cemiyet yorgun...
Ezgi, marş, şiir, slogan yorgun...
Beyazıt yorgun... Saraçhane yorgun...
Zihin yorgun... Ruh yorgun... Yürek yorgun...
Bağdat, Şam, Kahire, Kabil, Kudüs, Mekke, Medine yorgun...
Peki, bu yorgunluk alın yazımız mı? Hayır!
Bu bizim yanılgımız...
Bu durumda bu yorgunluğu nasıl yenebiliriz?
Rabbimizi dinledikçe; dinleneceğiz, dirileceğiz ve direnebileceğiz... Bekleyerek değil, harekete geçerek, yeni başlangıçlara karar vererek yorgunluğu atabiliriz...
Kendimizi yenileyerek, kendimize geleceğiz...
Şimdi yüreklerimizi yoklama zamanı... Örtülü potansiyelimizi harekete geçirme vakti... Dönüşümün nesnesi olmaktan kurtulup, değişimin öznesi olma anı...
Yeni cümleler kurmalıyız... Cümlelerimiz önce bizi tutuşturmalı... Bizi tutuşturmayan cümleler başkasını hiç tutuşturmaz...
İnşirah için, itminan için, intibah için... Önce istiğfar, ittika, ihlas lazım...
İtikafta yorgunluğumuzun ilacı olabilir...
Hz. Peygamber (sav), yorgunluk hissettikçe Hz. Bilal'e sesleniyordu:
"Erihna ya Bilal"
"Ey Bilal, bir ezan oku, namaz kılıp da rahatlayalım."
Secdelerde, seherlerde, seferlerde kendine gelmek...
Ramazan KAYAN