Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​Yorgun atlar

Her sabah uyanıyor, dünyamızın penceresinden dışarı bakıyoruz. Görmeye çalıştığımız tek şey, neşeli bir yüz, bir avuç huzur, bir tutam gökyüzü... Bu beklenti bizi geceleri uyutuyor, bu beklenti bizi sabahları uyandırıyor, bu beklenti bizi hayata tutunduruyor. Sabahlarımızı; kara, karanlık düşleri telafi etmenin, unutturmanın vesilesi kılmak istiyoruz. Bizi hayatta tutan, hayata bağlayan sadece bu. Yazık ki pencereyi ne vakit açsak, oradan içeri güzel manzalar, taze oksijen, temiz bir gökyüzü yerine delik deşik edilmiş bir dünya, ırzına geçilmiş bir insanlık, kirletilmiş bir hava ve paramparça bir gökyüzü bekliyor bizi. Artık korku düşleri görmeye gerek yok. Korkunun tam ortasında, karanlık düşlerin parçası olarak bakıyoruz hayata. Korkunun, erdemin omurgasını kırdığı; zorbalığın insanca bir hayatı; kabalığın inceliği yok ettiği bir dünyada yaşıyoruz dostlarım. Ve bu sabahlar, o sabahlara hiç benzemiyor. Tepelenmedik tek bir çimeni, kirletilmedik tek bir bulutu, zehirlenmedik bir damla suyu, incitilmemiş tek bir duygusu, dalga geçilmemiş tek bir değeri, üzerine basılmamış tek bir onuru kalmamış bir hayatın tanığıyız hepimiz. Yeryüzü ne kadar yeşertmeye çalışırsa çalışsın yukarıdakiler, bizler o yeşertiyi bulunduğu yere kilitlemenin, oradan çıkacak filizin üstüne beton dökmenin bin türlü yolunu buluyoruz. Hayır, dışarıda gezen, bizi ayartmaya çalışan, bizi ve dünyayı yoldan çıkarmayı iş edinmiş bir şeytan yok. Şeytan burada, içimizde, birinden ötekine geçen duygularımızın tam ortasında, düşüncelerimizin vardığı yerde. Fillerin çimenleri ezmesini seyrederken şarkı söyleyen arslanların hükmettiği vahşi bir ormandan farkı yok dünyamızın. Ve melekler gerçekten ya daha doğarken ölüyor veya bir vakittir dünyaya uğramıyor. Bu kadar çamurun, bu raddede bir kirin içine hangi güzellik cesaret edip dalabilir ki? Hangi temiz su kendine yol bulup toprağın altından üstüne, hangi beyaz bulut bunca kara kümenin ağırlığını atıp penceremizin kenarına tüneyebilir ki? Medeniyet artık şehirleşmenin, yerleşmenin, ehlileşmenin, gelişmenin, insana ufuk açmanın, dünyayı güzelleştirmenin, insanı çoğaltmanın, mükemmelleştirmenin aracı değil, tam tersine geri çekilmenin, yersizyurtsuzlaşmanın, gerilemenin, ufku daraltmanın, dünyayı olabildiği kadar çirkinleştirmenin, insanı azaltmanın, yok etmenin, ilkelleştirmenin göstergesi. İnsan artık daha insanca bir dünya kurmanın, yaşamın sınırlarını genişletmenin, duyguları derinleştirmenin öznesi değil, insandan insanaltına geçişin taşlarını döşemenin, yaşamın sınırlarını tek kişinin ufkuna çekmenin, duyguları olabildiğince sığlaştırmanın işçisi. Eskiden başlangıçlar insana yön veriyordu, şimdi bitişler… İnsan eskiden başlamaktan keyif alıyordu, şimdi noktayı koymaktan, bitirmekten. İnsan psikolojisi başlamak yerine bitirmeye ayarlanınca beden de ruh da kendini tüketmenin içgüdüsüyle hareket ediyor.

Utanç duygusunu yitirmiş bir çağın çocuklarıyız. Ama aramızdan bazıları, hala utanmayı biliyor, en azından ona sahip. Çağından utanmak, kendinden utanmayı da beraberinde getiriyor elbet. Dünyayı bu hale getirmenin, üzerinde yaşanacak bir yer olmaktan çıkarıp yoksullar, kimsesizler, acizler, mazlumlar için yerin altını mübah görmenin derin kederiyle geri çekiliyor bazımız. Kötülerin gerisinde kalmanın, gidişata müdahale edememenin, buna güç yetirememenin derin kederi dolaşıyor hepimizin yüzünde. Omuzlarımıza ağmış melankonin, kırgın bakışların sebebi bu. Ve bu kederle sabahı beklemekten vazgeçtik ve bu kederle pencereyi açmaktan, dışarı bakmaktan, bulutları seyretmekten vazgeçtik. Kendi hayatımızın bile artık gözümüzde bir değeri yok. Nefesleri boşa harcanmış, yanlış yerlere koşulmuş yorgun atlarız biz. Bir zamanlar gözümüzden ışık saçılıyor, nal şakırtısından çakıl taşları inciye dönüşüyor, nefesimizin buğusundan çiçek açıyormuş, ne yazar! Ve şimdi, kaderimizi çağın kaderiyle birleştiremediğimizden kederimizi sürülüp atıldığımız o küçük barınaklarımızda tek başına çekiyoruz. Bu vakitten sonra dört nala koşsan, kişnesen, bir vadiden ötekine dolu dizgin kendini vursan ne yazar? Metal teni yendi. Kin aşkı, nefret merhameti mağlup etti. Uçaklar atlara tepeden bakıyor. Hayvanlar insanları yönetiyor; insanlar insanlara efendi; insanlar insanlara köle gibi bakıyor. Kötülük iyiliği, makine çimeni bozguna uğrattı.

Biz, dünyayı ve hayatı keşfetme yolculuğunun değişmez figürleri değiliz artık. Dünyanın altını üstüne getirmek, onu bozguna uğratmak için yerin altına ve üstüne dörtnala koşan yorgun atlarız. O atlar ki yorulduklarını fark ettiklerinde artık ölmekten başka çareleri yoktur. Yorgunluğun düzgün ölmeye bile yetmediği Filistin’in bize söylediği biraz da bu galiba. At yoruldu. Daha kötüsü ise zaten yanlış yöne koşuyordu.