Yolun yolumuz, davan davamızdır
Geçen
hafta Âkif’in doğumuna sevinmiş, çocukluk ve gençlik evresinde yaşadıklarına
dair anekdotları aktarmaya çalışmıştık. Bugün ise hüzünle başlayıp mâtemle son
bulan olaylara tanıklık edeceğiz.
*
Millî
Mücadele savaşı sonuç vermiş, memleket üzerindeki kara bulutlar dağılarak
ortalık aydınlanmaya başlamıştır. Ne hazindir ki, “Bırak ihanet tam anlımdan vursun beni, / İsterse karanlık zindanlarda boğsun, / Eğer ölümüm yaşatacaksa Devleti, / Bu canı koruyan nefse yazıklar olsun...” diyerek duasında kendini
unutan Âkif, bu dönemde büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Birinci Meclis
dağıldıktan sonra 1923 Mayıs’ında İstanbul’a döner.
Âkif
için artık suskunluk dönemi başlamıştır. Yıllar sonra Sezai Karakoç, Millî
Şairin bu suskunluğunu şöyle yorumlayacaktır: “Âkif gibi bir şairin cemiyette oluşan bu değişim karşısında susması,
denebilir ki en büyük tepkisi, en güçlü protestosudur”. Yani kıyamı da
imanı gibi mukaddestir.
MİLLÎ MÜCADELENİN MANEVÎ
LİDERİ
Yeni
kurulan devletin çevresini kuşatmaya başlayan zorbalar Âkif’i her geçen gün
daha da üzmeye, incitmeye başlar.
Çünkü
Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın manevî lideri olacaksın, sonra da arkana
hafiyeler takılacak. Ne kadar tevil edilirse edilsin amaç bellidir. Memleketi
millî fikir ve aksiyon adamlarından temizlemek!.. Çanakkale’de feda edilen
neslin son kahramanlarını yaşarken kahretmek!.. Evet, hem İstiklâl Marşı
gururla okunan, hem de peşine polis hafiyesi takılan Millî Şairimiz Mehmed Âkif
Ersoy’dan bahsediyoruz.
Millî
Mücadeleden galip çıkan bir ülkenin kahramanlarının en civanmerdi, en
vatanperver ferdi olan çilekeş Âkif’e asıl zulüm bundan sonra yapılacaktır.
Yazdığı şiir, millî marş olarak kabul edilen şair öz yurdunda bir yabancı gibi
duracaktır. Âkif artık istenmeyen adamdır.
ÇANAKKALE DESTANI’NI RUHUNDA
YAŞADI...
Yani
Çanakkale Destanı’nı görmeden, hissederek yazan adamdan bahsediyoruz. Zaferin
haberi gelmeden, Hicaz yolunda, El Muazzama İstasyonu’nda Âkif’le
yolculuk eden Kuşçubaşı Eşref Bey
anlatıyor: “Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını,
zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevî ışıkları altında, Mehmed Âkif
güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının
arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk.
Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasip olan rahatlığıyla
yüzüme derin derin baktı: ‘Artık ölebilirim Eşref. Gözlerim açık gitmez’ dedi…”
(Ölümünün 50. Yıldönümünde Mehmed Âkif Ersoy, Yavuz Bülent Bakiler, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları)
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
“Şühedâ
gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O,
rûkü olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulmuş
temiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir
hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!..
*
Ey,
bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten
ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne
büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr’in
arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...”
İşte
bu ruh haliyle bir destan yazmış adama kalkıp birileri hezeyanlarını kusacak. Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde,
şehitleri anma töreninde dönemin meşhur şairlerinden birisi kürsüye çıkıp
diyecek ki, “Maalesef, Çanakkale
Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından bir
şiir yazılamadı. Çanakkale Destanı’nı yazan Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan
bir adamın şiirini okuyacağız...” (Osman Yüksel Serdengeçti’nin Âkif’in
yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay’dan nakli) Bu hezeyanları duyan koskoca Âkif
çocuklar gibi ağlar.
Yeri
gelmişken, ar damarı çatlamışların kustuğu hezeyanların değinmeden geçmeyelim.
1918’li yıllarda Robert Koleji’nden yetişen bir kızın verdiği konferansta
Mehmed Âkif’ten “beyni sağır, gözü kör”
olarak bahsetmesi üzerine, Âkif hayasızlara cevap verirken bile ders
niteliğindeki şu şiirini yazar:
“Beraber
ağlamazsın, sonra, kör dersin, sağır dersin.
Bu
hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin!
Ne
ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak
tahsili, evladım, sen ilkin bir haya öğren!..”
HAFİYELER İSTİKLÂL ŞAİRİ
ÂKİF’İN PEŞİNDE...
Âkif’e
bühtanlarını kusanlar nefretlerinin dozajını artırmaya başlar. Küstahlıkta
sınır tanımayan bir kalemşör yazdığı başmakalede, “Hadi git artık, sen kumda oyna!..” der.
Hicret
etmeye zorlanmış, iki dönem mebusluk yaptığı halde maaşına el konmuş, kalan
ömrünü yoksulluk içinde geçirmeye mahkûm edilmiş millî bir şair. “Dünyada başka bir örneği var mı?!..”
diye sormuyorum. Çünkü yok.
Terk-i
vatanı kafasına koyan şairi bu düşüncesinden vazgeçirmeye çalışan yakın
arkadaşları Neyzen Tevfik’in kardeşi Şefik
Kolaylı’ya ve Prof. Dr. Fazlı Yeğül’e
şunları söyleyecektir: “Arkamda polis
hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar
gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum...”
‘HAİN’ GİBİ TAKİP EDİLMEYİ HAZMEDEMEDİ...
Âkif,
bir “hain” gibi takip edilmeyi
hazmedemediği için ülkesini terk etme kararı alır. Yaşananlar karşısında her
geçen gün biraz daha kırılan Âkif, incinmişliğini dindirmek amacıyla 1925
yılının Ekim ayında Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa’nın davetine uyarak ailesi
ile birlikte Mısır’a yerleşir.
Ancak
Mısır’a gittikten sonra da durum Âkif için pek değişmez. Polis hafiyeleri, adım
adım takip ettikleri Âkif’in nerelere gittiği ve kimlerle görüştüğüne dair
tuttukları raporları Ankara’ya göndermeye devam eder.
Âkif,
Safahat’ın yedinci kitabı olan “Gölgeler”i
Mısır’da tamamlar. Bu kitaptaki şiirlerinde yaşadığı kırgınlığı, vatan
hasretini aktarır. Şiirler eski harflerle basıldığı ve “muhteviyatının irticai propagandalarla dolu” olduğu bahanesiyle
gümrükte tutularak Türkiye’ye girişi engellenir.
SÜKÛT, SÜKÛNET, İTİKÂF VE
KUTSAL EMANET
1926
yılında annesi Emine Şerife hanımın 90 yaşında vefat eder. Âkif, bu yılın Ocak
ayında Kur’an tercümesi için çalışmaya başlar. Mısır’da kaldığı 11 yıl boyunca
“Ehramlara, Firavun heykellerine,
sfenkslere bakıp hayatın faniliğini idrak ve varlığın esrarını aramak” için
âdeta inzivaya çekilir. Kalabalıklardan kaçar, yalnız bir adama dönüşür.
Dehanın beşiği yalnızlıktır. Bu yalnızlıkların en fecisi ise kalabalıklar
arasında olanıdır.
Kahire’nin
çevre semti Hilvan’da yaşayan Kur’an Şairi Hafız Âkif, meal ile meşgul
olduğu bu dönemi “benim Hilvan itikâfım”
diye tarif eder. Sükût ve sükûnetle ömrünü
üç kutsiyete vakfeder: Beş
vakit namaz, tercüme ettiği Kur’an ve
tercümeden yoruldukça okuduğu Mesnevî.
Hastalığı
ilerlemesine rağmen kemâl-i ihlâsla çalışarak hazırladığı Kur’an tercümesini İstanbul’a
dönmeden hemen önce Yozgatlı İhsan Efendi’ye şu vasiyetle teslim eder: “Ben sağ olur da gelirsem noksanlarını ikmal
eder, ondan sonra neşrederiz. Şayet ölür de gelmezsem bunu yakarsın.”
Âkif
bir daha Mısır’a dönemeyecek, vasiyet ise yerine getirilmeyecektir.
SÜKÛTU ŞİİRLERİNDE ÇIĞLIĞA
DÖNÜŞTÜ
“Konuşmak
bir mânâ ise susmak bin bir mânâ. Herkes konuşmasına konuşur lâkin sükût
yürekli olana” diyen Âkif’in sükûtu şiirlerinde çığlığa dönüşür.
“İstiklâl Marşı” ve “Çanakkale Şehitleri” bu haykırışın en
etkileyici örneklerindendir.
Âkif,
eserine koyduğundan fazlasını yaşayan yani sadece eserleriyle değil, hayatıyla
da örnek bir insandır. Âkif’in hayatı eserleri kadar büyüktür, hatta hayatı
eserlerinden daha büyüktür. İstiklâl Marşı’nı Safahat’a almaması da bunun
kanıtıdır.
En
önemli iki eserleri “İstiklâl Marşı”
ve şiirlerini 7 kitap halinde topladığı “Safahat”tır.
(1-Safahat, 2- Süleymaniye Kürsüsünde, 3- Hakkın Sesleri, 4- Fatih Kürsüsünde,
5- Hâtıralar, 6- Âsım, 7- Gölgeler)
HASTALIĞI İLERLEYİNCE
İSTANBUL’A DÖNDÜ
Ömrünün
11 yılını Mısır’da geçiren Mehmed Âkif,
hastalığı ilerleyince eşi İsmet hanım
ile birlikte 1936 yılında İstanbul’a dönmeye karar verir.
Mısır’dan
deniz yoluyla İstanbul’a dönerken güvertesinde bulunduğu vapur Çanakkale’den
geçerken ve İstanbul’un camilerini görünce gözyaşlarını tutamaz. 17 Haziran
1936 Çarşamba günü İstanbul Galata Rıhtımı’nda yakınları ve birkaç dostu
tarafından karşılanan Âkif, Abbas Halim Paşa’nın kızı Emine Abbas Halim’in ısrarı üzerine önce Maçka’daki evine misafir
olur.
Merhum
Abbas Halim Paşa’nın Alemdağ’daki çiftliğinde 3 ay kaldıktan sonra, tedavi için
İstanbul’a geliş-gidiş esnasında zorluklar yaşamaya başlar. Bunun üzerine
Beyoğlu’nda Paşa ailesine ait olan Mısır
Apartmanı’nda kendisi için hazırlanan bir daireye yerleştirilir. Kendisine
refakat etmesi amacıyla bir yardımcı görevlendirilir.
EMANETİ MISIR APARTMANI’NDA
TESLİM ETTİ
Ömrünün
son günlerinde dostları, öğrencileri, her sınıf ve meslekten hayranları sürekli
Mehmed Âkif’i ziyaret eder. Şairin sevdiği hafızlar Mehmed Âkif Ersoy’a
Kur’an-ı Kerim okur.
İlgilenenlerden
birisi de Âkif’in üç Âsım’ından (Köse Âsım, Hâfız Âsım, Âsım Şakir) biri olan Hâfız Âsım’dır. Kur’an okuyarak teselli
verir, na’tlarla coşturur, közlenmiş hâtıraları harlandırır. Üstâd’a belli
etmez amma gözyaşlarını yüreğine akıtır.
Üstâd
da Hâfız Âsım’ı sever amma, ümidlerini başka bir Âsım’a bağlar. O Âsım ki,
Asr-ı Saadet’ten Üstâd’a durmaksızın “Âsım’ın
Nesli”ni fısıldar...
Ömrünün
son günlerini İstanbul’da Mısır Apartmanı’nda geçiren Mehmed Âkif Ersoy(63), 27
Aralık 1936 Pazar günü akşam 19.45’te
Hakkın rahmetine kavuşur.
MİLLÎ ŞAİR DEĞİL, FUKARA GİBİ
DEFNEDİLDİ
Âkif’in
ölümü üzerine en yakın dostlarından olan Mithat Cemal Kuntay cenaze merasiminde
şahit olduklarını tarihe şöyle not düşer:
“Cenaze
Beyâzıd’tan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli
değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra üstünde örtü olmayan bir
tabut geldi. ‘Bir fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi
Lokantası’nın sahibi Mahir Usta elindeki Türk bayrağını tabuta sardı. Sebebini
anlayamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Onlar da üniversitenin büyük
sancağını tabuta sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.”
KABRİNİ ÖĞRENCİLER YAPTIRDI
Gazeteler
bu hazîn ölüm haberine çok kısa yer verir. Ankara’dan gönderilen emirle
üniversite ve resmi yetkililerin tören yapma ve cenazeye katılmaları
engellenir.
Merhumun
Kâbe örtüsü ve Türk bayrağına sarılı cenazesi İstiklâl Marşı’nı okuyan yüzlerce
gencin tekbir sesi arasında dostu Babanzâde Ahmed Naîm’in yanına defnedilir.
Bir toprak tümsekten ibaret olan mezarı, vefatının ikinci yılında üniversiteli
gençlerin kendi aralarında topladıkları parayla yaptırılır. Âkif’in kabri, yol
inşaatı sebebi ile 1960 yılında Edirnekapı
Şehitliği’ne naklolunur.
İstiklâl
Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy, sağında Süleyman Nazif, solunda ise Babanzâde Ahmed Naîm ile âlemi berzahta
da dostluğunu sürdürüyor.
Âkif,
vuslatının üzerinden 87 yıl geçmesine
rağmen yaşantısı ve eserleri hâlâ “Âsım’ın
Nesli”nin ruhunu besliyor. İstiklâl ve İstikbâl Şairi Mehmed Âkif Ersoy’u
bir kez daha rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.
Mekânı
Cennet, makâm âlî olsun.