Yolcunun söylediği
Peyami Safa’nın 20. Asır Avrupa ve Biz’inden okumuştum. Meşhur fizikçi Ostwald sormuş: “Bir sopa yerseniz ne duyarsınız, sopayı mı yoksa enerjisini mi?” Duyuların kaba ve üstünkörü delâletinden başka hiçbir idrak vasıtasına itibar etmeyen maddecinin cevabı şu olur: “Sopayı.” Oysa bu sopayı herhangi bir insanın derisine bir öpücük gibi usulca dokundurursanız onun bir pamuktan farkı olmaz. Can yakan sopa değil, enerjidir (s. 31).
Bugün pek çok biyoenerji
uzmanının, kişisel gelişimcinin, yaşam koçunun ciltlerle anlatmaya çalıştığını
Peyami Safa’nın seneler önce gündeme getirmesinden çok etkilenmiş, Ostwald’ın
dikkat çektiği irtibatlandırmayı ruh ve beden üzerinde okumaya çalışmıştım. Allah’ın
kudretiyle eşyaya ruh üflüyor insan… Dolayısıyla onun ayağının yürüdüğü menzil,
yüzünün aldığı şekil, sesinin tınısı, yükselişi, düşüşü ruhun tecessümleri…
Aslında her surette gördüğümüz de hep ruhun izleri. Bu sebeple yüzün, ruhun aynası olduğu
kanaatini taşımamız. Hilmi Ziya Ülken de Aşk Ahlakı adlı eserinin
girizgâhında ruhu bir kimlik gibi düşünürdü:
“Madem ki ruh bir gerçektir, öyle ise onu eşyayı görür gibi görmek
lazımdır. Madem ki hakikat birliktedir ve ruh birliği tamamlayan bir aynadır, o
halde ruh en görünen, en açık olan hakikattir. Ruhu eşya gibi hakikat olarak
görmek; bilinmeze ve sırlara asla kapılmamak, daima aydınlığa, açıklığa doğru
gitmektir. (XXXVI).”
Hilmi Ziya’nın ruhta
müphemliği reddeden anlayışını tartışmaya açık görmekle birlikte (çünkü
peygamberlere bile ruhtan haber verilmemiş ve bu mesele gizlendiği için ruh, insanın
üzerinde en çok düşünüp çalıştığı alanlardan biri hâline gelmiş) onun, “birliği
tamamlayan ayna” ifadesini oldukça anlamlı bulmaktayım.
Bu tefekkür beni “ölürse ten ölür, canlar ölesi değil”, “ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez” gibi derinliğini idrakten aciz
kaldığımız, belki sadece terennüm ettiğimiz nice mısraa götürüyor daima. Yunus
Emre’nin özünde hissettiğini söyleyiş güzelliğine…
Hayatımın hiçbir
döneminde bu kadar vefat haberi duyduğumu hatırlamıyorum. Salgından vefat eden
akrabalarım, vaktiyle aynı meclislerde bulunduğum ve birbirinden değerli metinlerini
okuduğum edebiyatçı dostlarım, tanıdıklarım, tanışmayı murat ettiklerim, uzak
yakınlarım, ruh akrabalığı yaşadıklarım… Gidenlerin bize söylediklerinden çok
söyleyemediklerini bıraktığını düşünüyorum nedense. Bedene geçirilen kefen
misali üzeri ince bir sükût ile örtülmüş çok yarım kalmışlık olduğunu
düşünüyorum o can yakan suskularda. Bazen, çok uzağında olsak da ibretamiz
hikâyelerin içinde belli belirsiz bir parmak izi gibi durduğumuzu hissediyorum.
Eğer insanlık bir bedense bu hissiyatımda haksız da değilim.
Gidenlerin, hikâyelerini
de alıp gittiklerini zannederiz ancak ruh gitmemiştir, azat olmuştur sadece ve
ötelere uzanırken ardında kalanlarla konuşmaya devam edecek dereceye varmıştır
özgürlüğü onun. Bu hakikatin en büyük delili hatıraların insana mütemadi
seslenişi ile rüyalardadır. Gezgin ruhlar beden kafesinde mahfuz kalmışlara
hikâyelerini yeniden gözden geçirmelerini tembihler. Orada vaktiyle okunmadan,
dokunulmadan geçilmiş, bu sebeple hep aynı ısrarda kilitlenmiş, hâlbuki tekâmül
talep etmiş bir şey vardır. Orada duysak bile dinleyemediklerimiz, görsek bile
büyük tablodaki yerlerini tayin edemediklerimiz vardır. İspat isteyen
iddialarımızın bozguna uğrayan çehreleri… Henüz vakit varken dehlizlerimize
inmek ve görmek dileğiyle…
Bu vesile ile bir süredir
bilinci kapalı şekilde yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan babasını ebedî
diyarına yolcu eden Türkiye Dil Edebiyat Derneği Erzurum Şube Başkanı ve Yeni
Dünya Vakfı Erzurum Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Murat Ertaş’a ve şahsında tüm
aile üyelerine sabır ve başsağlığı dileklerimizi sunmuş olalım.
Selam ile.