Dolar (USD)
35.16
Euro (EUR)
36.74
Gram Altın
2966.88
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
26 Haziran 2019

Yolculuk Oyuncakları

Bazı şeyler unutulmuyor. Geçmişte yaşanmış bir olay, bir şehirden arta kalan belli belirsiz bir görüntü, okunan bir kitaptan bilince takılmış her hangi bir cümle, ortamını bulunca ansızın yüzeye çıkıyor ve varlığını şimdiki zaman ile bitiştiriyor.

Ne zaman seyrettiğimi bilmediğim, geriye dönünce de izine bir türlü rastlamadığım bir film seyretmiştim gençlik yıllarımda. Bir savaş filmiydi. Muhtemelen birinci ya da ikinci cihan harbini konu alıyordu. Film boyunca genç kahraman idealizm ruhuyla bir cepheden ötekine sayısız bombardımanın içinden sağ salim çıkıyor, her cephede ön safta, kelle koltukta mücadele edip duruyor. Kendi bile hayret ediyor çevresindeki bunca insan ölürken nasıl hayatta kalabildiğine. Kaderine gülümsüyor belli belirsiz bir sevinçle. Savaş bitiyor ve paçayı kurtarmış kendi gibi çok az askerle beraber cepheden uzak, aslında başka bir dünyaya aitmiş izlenimi veren çocukluk şehrine dönüyor. Muhtemelen Paris bu şehir… Trenden iniyor, heyecanla ve yüreği sevinçle dolu, mahallesine varıyor.

Bütün o kötü anıları bir tarafa bırakmış, yeni bir hayatın nüvesine hazırlanmış olarak yüzünde güneşli, parlak, mavi göğün bütün o ihtişamı, köşeyi dönüyor. Yönetmen burada, amansız bir savaşın ardından yaşama dair ne denli yaşam tazeliği göstergesi varsa, hepsini kullanıyor. Mahalle aralarında çocuk sesleri, gök açık, dallarda kuşlar ötüyor, pencere kenarlarından fesleğen kokuları yayılıyor, kahramanımız arada bir durup o kokuyu içine çekiyor. Bir aydınlık-karanlık, savaş ve barış, sefalet ve huzur karşıtlığı evine dönen askerin yüzündeki… Düşünsenize, birkaç yüz metre sonra evine varacak, savaşı paranteze alacak; annesi, babası, ailesiyle kucaklaşacak ve hayata kaldığı yerden devam edecek. Zihnindeki hayallerle evin kapısını uzaktan görür gibi oluyor. Evet, diyor işte o ev, benim evim, çocukluğumun evi, ilk gençliğimin… Hani bazen metalik şehirlerden romantik köylerimize dönünce ne vakittir bıraktığımız hayatı yeniden içimize çekeriz ya, öyle…

Tam o sıra dar sokakların birinden bir siluet beliriyor ve “dur!” diyor tüfeğini kahramanımıza doğrultmuş, sert bir şekilde. Muhtemelen savaşın gölgesinde, şehrin asayişini sağlamaktan sorumlu jandarmalardan biri. Daha ellerini havaya kaldırmadan bu acemi asker heyecanına yenilip kahramanımıza ateş ediyor. Bulunduğu yere yığılıyor adam. Bütün savaşlardan, cephelerden, sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan kendisine yönelen kurşunları bir şekilde savuşturup kendini korumayı bilen asker acemi bir jandarmanın kör kurşununa yeniliyor. Hem de olmadık yerde, olmadık zamanda, olmadık şartlar altında. Gözleri evinin, belki birkaç dakika sonra kapısını çalacağı evinin kapısında, öylece bakıp donuyor. Sıcak bir kan Arnavut taşlarının kenarından usulca yol bulmaya çalışıyor. Kaderle irade çizgisinin birleştiği yerde ılık, taze kan sızıntısı…

Hayat böyledir. Tam bitti dediğiniz yerde başlıyor bazı şeyler. Tam kurtuldum dediğiniz an kader kemendini boynunuza doluyor. En güçlü olduğunuz yer en zayıf noktaya dönüşebiliyor. Ölüm her yerden sızar. Ölüm olduğu sürece hiçbir canlı içeriden sürgülü bir kapının sahibi değildir, olamaz. Hep içeridedir o; uykudayken, uyanıkken, dışarıdayken, içerideyken, bilinçliyken, dalgınken, dünyada ya da uzayın her hangi bir noktasında, hiç fark etmez; gelir, alır, götürür o sizi. Hal böyleyken insanın ölüm yokmuşçasına davranması, yaşaması, nefes alıp vermesi hayreti şayan doğrusu. Üstelik kapıyı bile çalmaz, sırayı da gözetmez. Ölüm şakacıdır üstelik, sizinle saklambaç oyunu oynar; tam da unuttuğunuz an karşınıza çıkar ve tebessümle, buradayım, der, hikaye biter.

Bir amaç için yola çıkıp sayısız badire atlattıktan, pek çok mevzi kazandıktan sonra, ne için savaştığını bile unutan, savaşmanın kendisini amaca dönüştürüp kendileriyle savaştıklarına benzeyen ve günün birinde “biz kazandık” derken yenildiklerini fark eden bütün mücadeleler bana bu filmi hatırlatıyor. Ve insanlığın ortak aklının bulduğu, o harika söz: Mağluptur bu yolda galip! Gönül galibin gerçekten galebe çalmasını istiyor istemesine de öyle olmuyor. “Galiptir bu yolda mağlup” cümlesinde bile bir teselli varken -çünkü amaç hala ayakta, yenilmiş olan amaç yolcusu burada- “mağluptur bu yolda galip” tam bir felaketi işaret ediyor. Belki çok koşulmuş, çok gayret sarf edilmiş, çok yara alınmış hatta inanılmaz bir mesafe kat edilmiştir ama yazık ki yolculuğun bir yerinde tren makas değiştirmiş, ters tarafa gidilmiştir. Hep yaklaşıldık sanılmış, oysa uzaklaşılmıştır.

Ve tren durduğunda ve istasyonda inildiğinde ve menzile bakıldığında eyvah der insan, bunca eziyete yanlış yöne gitmek için mi katlanmışım? Artık yeni menzil “geri dönülmez akşamın ufuklarında” yeni yolcularını bekleyecektir. Bir ömür, bir nesil, bir çağ heba olup gitmiştir. Tıpkı Anton Çehov’un Mutlu Adam hikayesinde olduğu gibi: Adam, trene biner binmez çevresindeki herkese mutluluğun insanın elinde olduğunu, tesadüflerin ve kaderin onun elinden mutluluğunu alamayacağını söyler. Yeni evlenmiştir ve yan kompartımanda çiçeği burnunda eşi bulunmaktadır. Yolculuk boyunca insanın isterse kötü şansını bile tersine çevirebileceğini iddia eden adam, uzun bir süre sonra bindiği trenin yanlış olduğunu, henüz evlendiği karısının içinde olduğu trenin tam da ters tarafa gittiğini öğrenir. Yaşadığı şoku siz düşünün.

Büyük lokma ye, büyük laf söyleme demiş atalar. Bu, insanın biraz da ne olduğunu değil ne olacağını düşünmesi meselesidir. İster yalnız başımıza, ister topluluk olarak başlangıcı tevazu olan idealist yolculuklara çıkarız bazen. Mutlu Adam gibi, hayatın insana sunduğu sonsuz imkanlardan bahseder, insan iradesi buyurursa üstesinden gelinmeyecek hiçbir zorluğun olmadığından dem vururuz. Aşkla, şevkle devam eder yolculuk, kan ter içinde bir cepheden ötekine, bir vesayetten diğerine koşturur dururuz. Bir müddet sonra aslında o savaşın niye başladığını, bu cephede ne işimiz olduğunu, ne için savaştığımızı; o trene niye bindiğimizi, bindiğimiz trenin bizi nereye götürdüğünü unutur gideriz. Tren yerine dolmuşa mı gelmişizdir acaba? Arada bir, gerçek dostlarımızdan bazıları hatırlatmaya kalkar istikametimizi. Yolculuğun keyfi o kadar büyüleyicidir ki aman, der geçeriz, tren devam ediyor işte, keyif bozucu musun sen?.. O gün geldiğinde, tren son istasyona vardığında, trenden indiğimizde, şaşkınlıkla etrafımıza baktığımızda, vardığımız yerin varmamız gereken yer olmadığını fark ettiğimizde yaşadığımız duygu tam da bütün savaşları geçip kendi mahallesinde acemi bir kurşunun hedefi olan askerinkine benzer. Ya da belki nişanlımız başka trendedir…

Güç; yola çıkarken değil, yol esnasında belli olur. İyi başlayan bir koşu bazen felakete dönüşebilir. Başlamak kadar bitirmek de önemlidir. Allah hiç kimseyi çıktığı yoldan sapanlardan eylemesin. Allah başladığımız her maçı bitirmeyi nasip eylesin. Allah hiç kimseyi yola çıktığı yeri, yolculuğu, yolculuk hedefini unutanlardan eylemesin. Allah hiç kimseyi yolculuğun oyuncağına dönüştürmesin…