Yol bize bakar
Gelişi güzelliğin kendine özgü bir planı var. Plansızlık değil bu. Büyük program içindeki olasılıkları kıpır kıpır harekete geçiren, anlık çizilmiş gibi taze, o an; daha yaşanırken yazılmış gibi sıcak. El yakacak derecede sımsıcak yaşamak gibi bir yanı var.
Eğer akışın başında saf niyetle olacak olan güzelliği arama iradesi varsa; arayan belasını değil, ciddi ciddi Mevla’sını arıyorsa, Mevla/Dostlar Dostu ona birtakım sürprizler hazırlamış halde bekliyor. Çok planlı, programlı olmak; tabii mecrasına bırakıldığında olabilecek bütün sürprizleri de tıraşlıyor. Dümdüz ve zevksiz. Her şeyin bilindiği ve zamansal sırasıyla otomatik gerçekleştiği bir durum. Bir yandan iyi. Çoğu yanıyla kötü…
Kaderin en iyi öngörülme sahnesi de yol sanki. Yolculuk. Belki de o yüzden yolculuğu sevmeyen pek yoktur. Hala dünyada duruyorken nasıl gidiliyormuş bir bakmanın, anlardan oluşan adımları izlemenin en ideal mekânı: yol. Durarak giden. Giderek duran bir sahne. Önünde uzayan ayna.
Ha bir de birbiri ardında eklenen namazlık gibi. İçten içe kendiyle konuşma ve dua koridoru…
Bu defa güzergahımız Emirdağ yakınları idi. Köyün atasına-nenesine ebelik yapan Arzu hanımın adı Arızlı oluvermiş zamanla. İşte biz de Emirdağ ın Arızlı mahallesi, (aslında on haneli eski köyüne) acaba çay demlenebiliyor mu merakı ile vasıl olduk. Evvelce hiç uğramadığımız bir köyü seçmek âdettendir. Zamana ve rüzgâra kırılmış ve kurumuş bir ağaç, aracısız olarak bize ateş oldu. Bir köy kadını edasıyla bir şeyler pişirip taşırırken biraz önce çam pürlerini traktörle taşıyan emmilerden biri acilen bir Havva'yı yanımıza gönderdi. On haneden birinde oturan Havva ısrarla evine, kahvaltıya almak istedi. Az önce görmüştük birbirimizi. Daha tanışmamıştık bile. Fakat bizi sofrasına oturtamadığı için büyük bir suçluluk hissediyordu. Arada bizim köye, onun ise şehre heves ettiğini, bu işlerin hep böyle olduğunu dile getirdi. Sonra koşa koşa el emeği peynir(ekşimik), tereyağı, yeni sağdığı ve pişirdiği süt ikramlarıyla dolu siniyi yanında soğuk, sıcak suyla çimenlerin üstünde kurduğumuz acemi otağımızın ortasına koydu. O anda; yalnızca gök mavisi ve kırmızı iki yanağın hakikat, gördüğüm diğer her şeyin yalan olduğunu şu üç gözümle gördüm. O tepeleme sofraya henüz elimi sürmemişken gönlüme bir şey oldu. Bir bulut kendini üfledi. Kırlangıçlar açlığımı yuttular. Acayip doymuştum.
Çok geçmeden yarım çuval bulgur ve el emeği ürünlerini -İstanbul'a götürme emriyle- arabanın yolunu keser gibi, tekerinin önüne koydu. Yetmedi dağların gözetimindeki güzel ve rüzgârlı evinde kahve ikram etti. İçeride seksenlik bir nine. Başı beyaz, gözleri gök, dili dua, dili şen, seksenlik Teslime nene kaybettiği “adamı”ndan ve başına topladığı dokuz pispastan (kedi) hikâye etmeye başlayınca… Tabi biz durur muyuz... Bizim neyimiz eksik. Allah ne verdiyse bir muhabbet tutturduk.
Muhabbet arasında Teslime neneye salgının nedenini sordum.
Dedi ki: “Namaz yok, abdest yok, büyük yok, küçük yok!”
(Seyahat anlıkları)