Yitirdiğimiz sahiciliğimiz…
Yazı yazmaya her niyet edindiğimde düşünürüm, ne yazmalı diye. Aslında klavyeye dokunduğunuzda her türlü bir şeyler yazarsınız. Ama bu değil, bu olmamalı. Hereksin akıl ve davranış birliği edercesine sahiciliğini yitirdiği şu zor demde, bir damla olsun içten, kalpten, bam telinden olmalı ki söze öz bürünsün. Sahici olamıyor, samimiyet gösteremiyoruz. Dünyayı saran en büyük tehlikeli salgınlardan biri de bu; ama maalesef farkında olan çok az, bu durumu önemseyen de daha az.
Sanal dünyanın etkisinde, teknolojik gelişmelerin kuşatması altında kendimizi, benliğimizi, aslımızın astarını, ruhumuzun kıvamını kaybetmişiz. Kendimiz kendimizi yitirmişiz. Sosyal medya öylesine nüfuz etmiş ki her halimize, diyaliz cihazına bağlı olan hastaların halinden beter bir hal almışız, telefon şarjlarımız belli bir limitin altına indiğinde aklımızı yitirmişçesine ‘‘priz nerde, şarj cihazı nerde’’ diye sağa sola saldırıyoruz. Bu sarhoşluğun sağlam bir açıklaması yoktur.
Muhabbet kaybetmişiz. Sözler etkilemiyor. Şiir edebiyatını gitgide kaybediyoruz. Artık hiçbir şeye şaşırmıyor, hayret melekemizi büsbütün kaybetmişiz. Bir insana zarar vermeyi bütün insanlara verilmiş bir zarar olarak gören bir dinin bireyleri, bir papağana üzüldüğü kadar dünyanın geldiği son dönemdeki faciayı neden ve nasıl görmezden gelemiyor. Hayvanlara da eşsiz bir önem atfeden o dinin bireyleri, bir hayvana edilen zulüm gündem olduğunda o ıstırabı görürken, hayvanlar kürk ve envai çeşit endüstri ürünü için katledildiğinde neden ve nasıl dünyayı ayağa kaldır(a)mıyor. Bütün bunlar ciddi samimiyetsizlik eseridir.
Eşine, dostuna iki kelam etmeyi esirgeyenler, eşine, anasına, dostuna nezaketi esirgeyenler hiç tanımadığı insanlar karşısında bir romantik nirvanası olup ortaya çıkıyor. İnsan oluşumuzdan kaynaklı her dem ü daim samimiyet ve nezaket yüklü bireyler olmak zorunda değil miyiz. Zorunda olduğumuz durumun gereğini neden yerine getirmiyoruz. Getirmiyoruz; çünkü samimi değiliz, sahici değiliz. Çünkü sevgilerimiz sahte. Sen kalk üç-beş yıl ‘‘canım, aşkım, dünyam, ömrüm’’ dediğin adama ya da kadına gözünle ihanet et, sen kalk bu adama ya da bu kadına ilk tartışmada sırt çevir, sen kalk bu insanın ailesine saygı duyma, sen kalk bu biçim yücelttiğin insanın belki de fıtratından kaynaklanan noksanlığını yüzüne vur ya da ona katlanma ya da tahammül gösterme. Bu örnekler sayısız çoğaltılabilir. Durumu budur. Sahici değiliz. Ayaklı hastayız. Ruhumuza kangrenleşmiş bir nefret tohumu ekmişiz.
Şöyle beş saatliğine telefonu elimizden bırakıp, közde çay kaynatsak, doğayı izlesek, toprağa bassak, şakalaşsak birbirimizle, birbirimizin çayını tazelemek için çaydanlığı kimseye kaptırmadan çevremizdeki dostlarımıza, arkadaşlarımıza, anamıza-bacımıza hizmet etsek, sonra Nazım’dan, Akif’ten pasajlar okusak. Suni gündemleri es geçip çocukluğumuzu hatırlasak, kırdığımız kalpler için hemen üzülüp en yakın zamanda kırdığımız kalplere ziyaretler yapsak. Hayatı birazcık alttan alsak, ‘‘ilk önce o gelsin’’ kibrini ayağımızın altına alsak. Çiçekçiden değil, etraftan çiçekler toplasak eşimize anamıza. Anamızın ayağının altını uzuun uzadıya öpsek koklasak, validesi yaşamayanlar bir fukara görüp cebindeki en büyük kâğıt parayı muhtaç olan o insana gönül rahatlığıyla verse, gökyüzünde baktığımızda yaradanın o kusursuz iklimini burnumuzdan ruhumuzun derinliklerine solusak, solusak ve aşk bürünsek, aşkın peleri örtse üşüyen ruhumuzu, ruh aşkla izdivaç kursa, ümit dolsa ve ümit doysa içimiz, yürek gönülleşse…
Biz insanız, insan olduğumuzu hatırlasak, fark etsek, kavrasak, samimi ve sahici olsak…
Ne olur ne güzel olur…