YİRMİ İKİ NİSAN AKŞAMI
İlkokul çocuğuyum. Ege'de. Ertesi günü 23 Nisan. Dedem ve babaannem bizdeler. Babaannem ertesi günü onun söyleyişiyle Mehemmetcik'lerini göreceği için çok heyecanlı. O insanların, iki kuşak öncemizin maddi güçleri olmadığı için değil, manevi güçlülüklerinin bir ifadesi olarak misafirlik kıyafet olarak kullandıkları bir adet (rakamla 1) giysileri var. Başındaki yaşmağı yıkandığı zaman çabucak kuruyabilen büyük ve ince beyaz bir tülbent. Fakat şalvarı öyle değil. İnce ince çiçek açmış bir pazen. Öyle kolay kurumayabilir. Gezmeye, onun deyişiyle "alag"'a/açık alan'a giydiği bir tek o şalvarı var. Şimdi bizler gibi "Ne giysem?" derdiyle seçemeyişin acıklı hallerine düştükleri tıka basa "çaput" doldurdukları bir gardıropları yok. Bu kelime henüz hayatlarına girmemiş. Yüklük denilen evin yataklarının konulduğu bir dolap var o kadar. Her neyse. Babaannem bu yüzden gelinine/anneme: " Sakın şalvarımı yıkama!" diyor. Hatta şalvarını titiz gelinin bulamayacağı bir yere, divanın altına saklıyor. "Beni eskerleri seyretmeye götür", diye oğluna da tembihliyor akşamdan.
Bende garip bir his. Sadece evimizde Peygamberimiz'i(as), okula gittiğim zamanlarda Atatürk'ü sevdiğimi hatırlıyorum. Zorunluluğa takılıp sekiyor küçük kalbim. Muhakkak bir sebebi var deyip geleceğe ısmarlıyorum konuyu. Şimdilerde; kamusal alana çıkarken tam da inandığımız gibi, canımız nasıl istiyorsa öyle çıkabilmeyi, kendi ülkemizde kendi evimizdeki gibi olmayı çok sonradan yaşadığımızı iyice anlıyorum. Biz mahalle baskısının ağırlığının altında; güneşi, havayı hasretle koklayan kaçak çiçekler olarak büyüdük. Kendilerini ülkenin asıl sahipleri olarak gören kinibütün güruhu üzmemek ve hışımla kovulmamak için öyle pek ortalarda görünmezdik.
22 Nisan akşamına dönersek, evde devletin emri olan bir telaş var. 23 Nisan'ın "biz çocuklara" armağan
edildiği söyleniyor. Hal böyle olunca 23 Nisan'ı sevmem ve günün önemine binaen sevinmem gerektiğini anlıyorum. O günlerden belliyorum; kalbimizde olduğumuz gibi kalıbımıza çıkamayacağımız bir ülkede yaşıyor olduğumuzu. Halbuki gökyüzünü sırtlamış al bir bayrağımız var. Rüzgarı coşturan "kumaş"ıyla... Hürriyet temsili...
Zihnim yerinde duramıyor. Sokağa karşı yürümek ve bağırmak istiyor. Biz neden köle gibiydik kendi ülkemizde yıllarca? Kimden saklanıyorduk kalbimize, evimize? Kimden korkuyorduk? Babaaannemin Mehemmetcik dediği askerden mi? Ordu bizim ordumuz değil miydi? Bizi düşmana karşı koruyup kollamakla görevli olan kuvvet neden sürekli "irtica" adıyla bizi düşman belliyor ve hedefinde tutuyordu?
Soruyordum lakabı Ayaklı İlmihal olan babaanneme "Peygamberimizin yolunda hak için savaşacaklar, bizim başımızı bekleyecek ve vatanımızın nöbetini tutacaklar, ondan sebep onun adaşı yaptık guzum" diyordu. "Her asker bir Mehmetcik'tir. Her Mehmet bir Muhammet as. Belki ismi ağır gelir. Yaşanabilir ve kaldırılabilir olsun diye kısaca Mehmet dedik, diyordu Muhammed'e...
O akşam ilerliyor. Yirmi ikinci Nisan akşamı. Benim beyaz yakam ve siyah önlüğüm de hazır. Ütü mütü. Samimi bir sevinç duyamıyorum. O vakitler tam anlayamadığım fakat hissettiğim bir karın ağrısı var.
Babanneciğim tam o gece dünyadan geçiyor. Çekip gidiyor Rabb'inin yanına... Na'şını memlekete götürürken Eğridir'de resmi geçite rastlıyoruz. Durduruyoruz arabayı. "Mehemmetlerini seyrediyor."
Şayet o kıyafetiyle, diyelim ki asker çocuğunu görmeye gidecek olsa kapıdan alınmayacak bir ananın kalbi buydu.
Fakat bu ülkede yıllarca ordunun, düşmanlardan ziyade, düşman bellediği kendi halkına karşı galibiyeti kabus gibi hayatımıza çökmüştü. Askeri otorite sivilden daima baskındı. Halk, seçilmiş temsilcisiyle kendisini adeta askere göndermiş gibi oluyordu. Seçilmişler üstü seçilmemişler başbakanlarını idam geleneğine sahiplerdi. Postal ve namlu diye bir şey vardı. Anayasa yırtılabilir, sabaha darbe olur, bir kaç tank, meydan gösterisi ve korkutmaca ile karıncalar sindirilirdi. Orduların ilk hedefi "irtica" idi. İrtica adı altında babaannem gibi düşünenler, ordusunu menfaatsiz seven halk. Senin amcan, benim dayım, halam. Kurtuluş savaşcılarının torunu torbası...
Bunları yaşadık. İçimizden biri "Kefeniyle çıkmasa idi" bu vesayetin karşısına, kendi yurdumuzda gün yüzü görmezdik. İşte rahmetli babaannemin görmek istediği asıl Mehemmetcik; Muhammed'in tuttuğu barış ve esenlik yolunu tutanlardır. Gariban, senin benim evladımız olan eskerler.
İçimize çekmeye alışmak üzere olduğumuz hürriyeti yeni ve farklı vesayetlere teslim etmemek boynumuzun borcudur.