Yine önden gittin Zekiye Yağmurcu, rahmetleri kuşanıp
Zekiye’nin ölüm haberi ekrana düştüğünde beyaz karlar yağıyordu İstanbul semalarına…
Zekiye’m
ismiyle müsemma yağmur gibi bereket kuşanmış bir ömrü geride bıraktı, şimdi o
cennet hatunu. Ne çok anımız oldu beraber, doksanlı yılların hızlı gençliği
olarak üniversite koridorlarında, kütüphanelerde daha çok eylemlerde ve
gittiğimiz vakıf ve derneklerde hep beraberdik. Onun azmine, enerjisine her
daim hayrandım. Gizemli bir hali vardı Zekiye’nin hani hal dili derler ya,
ondaki maneviyat ve teslimiyet, derin duyarlılık tasavvuf ehliyim diye
dolananlarda yoktu. O kendi halini bilmeden, farkında olmadan yaşayanlardandı…
Bir zamane dervişi gibi mütevazı, teslim ve yüzünde o hiç eksilmeyen tebessümü,
o tebessüm ki her daim onun yüzünde bize umut, bize ümit aşılardı. Çok
yorgunum, yüreğim yorgun ve bu yazıyı ağlayarak yazıyorum. Gidiyor önden
sevdiklerimiz.
Ah be Zekiye’m
yine önden gittin. Yine bizi yanıltmadın, yine bizi geçtin ve gittin Dar – ı
Bekaya… Her şeyin boş olduğunu, dünyanın göçebeleri olduğumuzu senin erken
gidişinle bir kere daha anladık. Ve “Her
ölüm erken ölümdür” diyen Cemal Süreya gibi ve “Hepimiz ölecek yaştayız” diyen İsmet Özel’in cevap verircesine
söylediği ölüm mısraları geldi aklımıza. Beni en son okulunda ağırlamıştın,
öğrencilerinle buluşturmuştun. Kitaplarımı okutmak için nasıl da çabalıyordun,
son zamanlarda seni arayıp halini hatırını soramadım, mahcubum ve şimdi daha
iyi anlıyorum, her şeyin kıymetini zamanında bilmemiz gerektiğini…
Seninle
geçen günlerimizden, Cihan Aktaş
ablamız için yazdığım yazıda bahsetmiştim, şimdi onu buraya eklemek istiyorum,
bazı yazılar bir defa yazılıyor çünkü. Rahmet olsun güzel kardeşim, mekânın
cennet olsun… Rabbim yaşantınla ilham olacağın gençlik nasip eylesin bizlere…
…
“Üzerimizde ağır bir hüzün olsa da,
yüreklerimiz kuşlar kadar hür. Ve yüreklerimiz alabildiğine koşan ayaklarımızın
hızına yetişmeye çalışıyor. Ve artık İstanbul’un ani lodoslarında saçlarımız
savrulmuyor, eteklerimiz olur olmaz rüzgârlarla uçuşmuyor…
Sigara dumanı altında kalmış, boğucu ve keskin
havasında ter ve asit kokan kafelere yolumuz düşmüyor. Mevsim sonbahar olsa da,
üşümekten, yorulmaktan, yıpranmaktan değil, duru nehirler gibi arıtan,
omuzlarımızdan aşağı dökülen örtülerimiz var artık. Bizi ısıtan, bizi yeni
aydınlık bir dünyaya takva örtüleri sıcaklığında saran esvaplarımız. Ama işte
şair İsmet Özel diyor ya “Yürek elbet acıyor esvap değiştirirken.” Acıyan
yüreğimize, açılmış derin yaralarımıza o zaman ayetlerin şifalı hallerini
sarıyoruz.
Şimdi Süleymaniye’nin, kırmızı yeşil
kadim halılarında, denizin yansıdığı rengârenk vitraylarında ayaklarımız
tökezlese de bakir bir huzur iklimine doğru yürüyoruz. Uçuşan martıların
çığlıklarına karışan çırpınışlarımızla artık her şeyi terkediyoruz... Ara ara
uğradığımız kafeleri terkediyoruz, dost meclislerini terkediyoruz, Hergele
Meydanı’nın dumanlı iklimini terkediyoruz, kızlı erkekli tüm toplantıları, yat
gezilerini, çayları, partileri, Yümni’ nin eşsiz pastalarını, bayat, ekşimiş
limonatalarını terkediyoruz…
Şimdi yüreğimizde geçmişten kalma
derin bir boşluk, ayaklarımızda anlayamadığımız bir yorgunluk... Buradayız işte
tam da burada; Beyazıt Meydanı’ndan geçerek, asırlık taşlara basarak
yüreğimizde anlaşılmaz telaşlarla Beyazıt Camii’nin tam önündeyiz... Şimdi
Beyaz Saray’ın bodrum katına doğru inen merdivenlerinden sanki gökyüzüne doğru
tırmanıyor, aldığımız kitaplar, dinlediğimiz kasetlerle hiç bilmediğimiz bir
dirilişin eşiğine yolcu oluyoruz. Mustafa Yazgan konuşuyor Şefkat Vakfında.
Sonra AKEV’deyiz Sultan Ahmet Camii’nin yamacında. Hiç vakit kaybetmeden soluğu
Yusuf Paşa’da alıyoruz Bilim Sanat Vakfında Mustafa Özel’i, Şakir Kocabaş’ı
dinliyoruz. Sonra Birleşik Dağıtımın kitap kokularına karışmış ikliminde Dücane
Cündioğlu’nu, Ayşe Şasa’ nın hüzün yüklü hidayet öyküsünü dinliyoruz kırgın
sesinden… Oradan Hamza Türkmen’e yetişmeye çalışıyoruz, Fatih Haksöz’e giderek.
Şimdi okuduğumuz her yazarın bir
karşılığı, gittiğimiz her söz meclisinin bir anlamı var. Ve biliyoruz artık geç
de olsa biliyoruz: “Okuduğumuz tüm kitaplar tek bir kitabı daha iyi anlamak
içindir” Üstad Nuri Pakdil’in dediği gibi…
Ara ara Edebiyat Fakültesi’ne gidiyorum.
Tarihten Zekiye, Edebiyat’ tan Meryem beni karşılıyorlar. Edebiyat
Fakültesi’nin koridorlarında öyle bir yürüyüşleri var ki; nasıl anlatsam
bilmiyorum. Zekiye’nin örtüsünün altında “La
İlahe İllallah” yazan yeşil bir bandana var. Bu bandanayı takarak
Taksimdeki, Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki ve Beyazıt Meydanındaki mitinglere
gidiyor Zekiye. Ve her yere yetişiyor. Her yerde yumruğu havada. Bir bakmışsın
Yıldız Teknik’teki eylemlerde, bir bakmışsın Beyazıt Meydanında atom karınca
gibi her yere yetişiyor Zekiye. Artık Zekiye dediğimizde kimse bir şey
anlamıyor ama biz “La İlahe İllallah Zekiye” dediğimizde
herkes bizim direnişçi Zekiye’den bahsettiğimizi anlıyor.
Zekiye bana kitaplar getiriyor.
Eylemci ama her şeyin farkında, entelektüel okumalar yapıyor. İlk o mu vermişti
bana Cihan Abla’nın hikâyelerini, yoksa Basın Yayın grubundaki arkadaşlarım mı,
bunu hatırlayamıyorum. Her hafta Ensar Vakfı’nın rüzgârdan sarsılan camlarının
dibinde kitaplar okuyoruz. Yeniden yeniden inşa oluyoruz, yıkıntılarımızdan
yeniden doğuyor, diriliyor, birbirimize sımsıkı sarılıyoruz.
İşte o zamanlar elimizde kitaplar.
Elimizde bulunan ve artık mealinden, tefsirinden okuduğumuz Yegâne Kitap için
okunan kitaplar… O kitaplardan en önemlisi belki de kendimi bulduğum,
yitiklerimi sayfalarının arasında bir bir yakaladığım hikâyeleri Cihan Ablanın.
Süleymaniye’nin arka sokaklarını anlattığı, o yaralı, o ince kızların mücadele
dolu serüvenleri, toplumun, yanlış din algısının, dogmaların karşısında
kendilerini yeniden yeniden diriltmelerinin hikâyesi. İşte bizi anlatan bizim
sancılarımızı anlatan, bizim sorgulamalarımızı anlatan bu döneme notlar düşen
bir kalem. Nasıl da heyecanlanmıştım Cihan Aktaş’ın hikâyelerini okuduğumda.
Cesur kızları yazıyordu; devleti, milleti, yasaları, dünyayı, karşısına alan,
örtüsünü siper eyleyen, öyle gelenekten gelen bir algıyla değil, sorgulayarak,
bedel ödeyerek, ne için örttüğünü bilerek örtünen kızların hikâyelerini
bulmuştum onun cesur kaleminde. Kendisi hem yaşıyor, yaşadıkça keşfediyor,
yollar açıyor ve büyük bir cesaretle bunları hikâyeleştiriyor ve yol oluyordu
genç yaşına rağmen…
Bir gün Zekiye bana Cihan Abla’yı ziyarete
gittiğini söylediğinde nasıl da heyecanlanmıştım. Ona çok kızmıştım niye beni
de götürmedi diye. “Ama Selvi inan çok ani oldu” diye o çocuksu masum haline
bürününce, “Kısmet, bir gün biz de tanışırız” demiştim. Kitaplarını okuyorduk
ama kendisini daha görmemiştim. Bizim için adeta bir kahraman, bizim sesimizi,
davamızı seslendiren yegâne bir kalem ve aktivist bir yazar olarak görüyorduk
kendisini. Heyecanla; “Nasıl nasıl birisi diyordum Cihan Abla. Evi nasıl, nasıl
konuşuyor, neleri seviyor?” Nasıl da heyecanlanmıştık. Evet, ilk Zekiye
gitmişti Cihan Abla’yı görmeye. İlk o muhatap olmuştu ve bizden yine öndeydi.
Yine aynı yıllarda, Çemberlitaş’ta
Fırat Kültür Merkezi’nde bir kitap fuarı açılıyor. “La İlahe İllallah
Zekiye”’nin azmettirmesi ile yazdığım son şiiri İsmet Özel’e okutuyorum. Ne çok
şey söylüyor bize. Ama benim aklımda sadece; “Daha çok gençsiniz” cümlesi
kalıyor. Dönüyorum Zekiye’ye “Ne anladın?” diye soruyorum, o da benim gibi pek
bir şey anlamamış üstadın söylediklerinden.
Cihan Ablanın hikâye kitapları yüreklerimizi yumuşatıp, koşturup duran o deli kızları dizginleyip, neyi nasıl yapmaları gerektiği noktasında muhayyilemizi inceltirken, ayrıca düşünce eserlerini de yayımlandığı anda okumaya gayret ediyorduk.”