Yıl sonu konuşması
Bir
ses… Isıtan bir ses... Bir el uzanır, bir kalp titrer. Hava yumuşar. Bir el
uzanır, iki dağ yakınlaşır. Bir yıl gider, bir yıl gelir. Bir yıl, bir yol, bir
ömür… Bir yıl, bir ömrü gizler.
Yankılanır
içinizde acı tatlı ne varsa. Ne
yaşanmışsa sizindir. İyi de kötü de sizin. Hüzün de sevinç de sizin.
Düşünürsünüz. Nasıl geçti bir yıl, ne
aldı benden ve ne verdi bana? Düşünüyoruz ama yine de hesapla olmuyor. Olmuyor!
Birden değişen hava, ansızın yağan yağmur. Böyle böyle gelmiyor mu? Beklenmedik
olaylarla muhatap olabiliyoruz.
Yıkıldığımız kadar ayağa kalktığımız zamanlar da olabiliyor. Bazen ansızın
uzaktan sevinçler getiren özlediklerimiz gibi… Toplaya toplaya parçaları bütüne
kavuşuyoruz. Bazen de kıra döke ne varsa saçıyoruz. Yine de vazgeçemeyiz,
zordur vazgeçmek. Ömrü parçalamak mümkün mü? Ne varsa bize aittir. Ayrılan da
kalan da bizim.
Cahit
Külebi, “Yılbaşı gecelerinde tasalara boş
ver!/ Bilmez misin rüzgâr estikçe/Çiçeklerin kokusu uçar gider./Bilmez misin
ağaçlar sallandıkça/Meyveler dökülür yere,/Gün olur yeniden bahar
gelir/Dünyamız yeşerir birden bire.” derken içimize umut saçıyordu.
Devridaimdir dünya. Evet, değişir, güzelleşir. Yeniden bahar gelir, ömrü olana…
Kış tüm haşmetiyle kaplar dağı taşı. Bahara ne kadar uzak olduğumuzu düşünmez
miyiz? İçimize kar yağmıştır. Üşürüz içten içe. Ömür böyle böyle geçer. Bir
yılı böyle böyle uğurlarız. Fark etmeyiz ama hepsi ömürdendir. Gider, iz
bırakır. Hatıralar birikir, derinlerde, çok derinlerde saklanır. Nazım Hikmet, “Bütün yılbaşı ağaçlarına, bütün ağaçlara,
bütün balkonlara, pencerelere, çivilere, hasretlere astım kırmızı sırça topu
seni içine koyup/Bağışla beni öleceğim seni bırakıp orda” Nazım, hepimizden
bir parça alıp şiirini inşa ediyordu. Hayatın en kenarda kalan yanlarını da
ihmal etmeden büyük bir coşkuyla sunuyordu bize şiirini. Ve başka bir şiirinde devam ediyordu bizi
anlatmaya: “Ne güzel şey hatırlamak
seni:/ bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin/ve saçlarında/vakur
yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…/İçimde ikinci bir insan
gibidir/seni sevmek saadeti…”
Bir
yılı uğurladık. Yeni bir yılı karşıladık.
Yeni yıla alışmak zor gibi. Tarihleri yazarken elimiz hep o eski yılı
yazacak. Düzelteceğiz. Dalacağız zaman zaman eskiye. Anacağız ne
yaşamışsak. Nereye uğramışsak ve
kalbimiz nerede kalmışsa o mekâna gideceğiz. Geçmişe sığınmak… Yorulduğumuzda
dinlendiğimiz bir yuva olacak güzel hatıralar. Orada buluşacağız. Geçmiş ancak
takvimlerde eskir. İçimizde durdukça güzelleşecek. Ne varsa bizimdir,
bizdendir. Gönlümüz oradadır. Gönül… Bir
ev değil miydi? Samimî kalplerin uğrağı ve sevginin çoğaldığı müstesna evdi
gönül. Gönülden yaşanmışsa bir yıl, bir
ömür yetmez mi? Yahya Kemal, en güzel hatıraların yerinde durduğunu
müjdeliyordu: “Körfezdeki dalgın suya bir
bak, göreceksin: Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;/Mehtâb… iri güller…
ve senin en güzel aksin…/Velhasıl o rü’yâ duruyor yerli yerinde!” Hayalen
gittiğimiz geçmiş bize neler söylemez ki? Şimdi ardımızda kalan bir yılın
başına gitsek. Orada neler neler durur…
Sığınırken
hatıralara, geçen bir yılı uğurlamışken,
yeni yılı eksilerek karşılamışken, özlemlerim gizliyken, elim üşürken, sözlerim
boğazımda düğümlenirken, yavaş yavaş düşerken her şey, sabahın erken
saatlerinde sokaklarda çocuklar uykulu gözlerle servislere koşarken, trafik
boğarken, ırmaklar sessiz sessiz akarken, yapraklar sararmışken, denizler bana
uzakken, gelip deniz olmuştun… Oktay Rifat Horozcu “Gün Sonu Konuşması” isimli şiirinde tam da bizi anlatmıyor mu? Ben
de yıl sonu konuşmasını yapıyorum. “Çünkü
hatıralar kuşlar gibi/Dal ister konacak/Bir gün yaslanmak istesen pencereye/Diz
çökmek istesen nafile/İş işten geçmiş olacak.”