'Yıkılsın kibir iskelesi'
Kibir çağı da diyebilirsiniz asrımıza. Herkesin dikkat çekilmeye çalıştığı bu çağı izhar etmek çok zor. Herşey bu kadar alenen ortadayken neyi neyle ifşa edeceksiniz. Daha çok beğenilmek, daha çok konuşulmak, daha çok onaylanmak, daha çok takdir görmek istemek nasıl bir felakettir. Yapılan konseptler, daha fazla dikkat çekme ve herşeyi herşeye uydurma uyumsuzluğunu hissiyata analatamazsınız. Hoş, artık beklentiler de öyle, insanlar öyle görülmek isterken, öyle görmenin beklentisini de taşıyor.
Duyguya ve manaya hürmetin anlamı bu kadar azalmış mıydı. ‘‘Dışa mıhlandı gözler içe bakış kalmadı’’ derken tam de bu fotoğrafın kompozisyonunu mu açıklamak isterdi üstat. Öyle bir demdeyiz ki, hiçbir dram -neredeyse- dikkate değer görülmezken, giyim konseptinin ufaktan nüksetmesi kıyametin alametiyle eşdeğer bir çapta oluşu akıl alır gibi değil. Bu çağ hangi mevsimdedir, bu çağ durmadan neye güncelleniyor. Bu çağın zıvanadan çıkışı neyin hazırlığı. Dünyalının dünyayı evrensel bir tımarhaneye dönüştürmesini neyle açıklamalı. Herkesin herkesten kaçışı ve herkesin herkesçe beğenilmek istenmesi nasıl bir tezat ya da garabet. Tezatları boşverip sadece ve sadece şahsi istek ve beklentilerde oluşumuz çarkları topyekün kırışımız değil mi… İnsanın sadece ve sadece menfaatine mürit oluşunu ve bunu gizlemeyişini ve bunu ifade edişini ve bu uğurda her türlü ahlaka aykırı gayrette oluşunu ballandıra ballandıra anlatışına tanıklık etmek, bir parça da bu garabate bizim de uyum sağladığımızı göstermiş olmuyor muyuz…
Daha büyük bir evde yaşamak, bitmeyen taksitler için koşturmak, daha çok kazanma arzusu, nefsin, insanı çaresiz bir köleye dönüştürmesi amansız bir hastalıktır. Hastalığın gerçek yüzüyle yüzleşmek istemeyen kalabalıkların fikrinin doğru kabul edilişine ne demeli. Daha çok, daha çok, herşeyin daha çoğuna zehirlenmek nasıl bir imtihandır, imtihan mıdır. İmkanlar içindeki imkansız saadeti neye yormalı. Herşeyin varolduğu ve herşeyin varlık içindeki yokluğuna asıl şaşmalı. Tertemiz bir ölüme ulaşmak bile hayal iken, sağsalim bir ölüm bile lüks iken artık, sokaklardaki bu kadar lüksün zulmüne maruz kalmak hak mı. Ay’da yaşamın hayallerine imkan zorlarken bir yandan, öte yandan küçücük bir kafeste gurbeti yaşayışımızı görmek neden bu kadar zor.
Kibir çağının bizi mahpus ettiği bu yıpranmışlığın, bu pespayeliğin, bu ahın ve bu vahın, bu zararın ve ziyanın vebalini gönle bırakmayın, aşka yüklemeyin, sevgiye yüklemlemeyin, manaya ünlemlemeyin…
Bu çağ, Firavunlaşmış bir yankıdır. Bu çağda, “içindeki kibir iskelesini” onarmak için gayret gösteren insanın insandan kibir bulaşı kaptığını ne zaman tespit edecek tabipler. Merhametin bile kibir kılıfına maruz kalışı ateş değil de ne. Her hâl ve tavır, garip bir dikkat çekme uğruna ve beğenilme ve övülme uğruna, yani “içimizdeki kibir iskelesi”nin cilalanması uğruna. Esvabını ve pabucunu önemsiği kadar, ruhunu ve gönlünü aşka ne zaman nişanlayacak insan, insan kendini şebi arusun iklimine, o iklimin ikramına ne an nikahlayacak. Zifaf dediğin kaçışsız o ölümdür emin ol. Emin olunmalı ki metin olunsun, ki metanet korusun ömrün nizamını.
Çağ ve çağın çağdaşı, kibir salgınının çaresizliğinde.
Yıkılsın. Durmadan, dur durak durdurulmadan yıkılsın, ‘‘yıkılsın içimizdeki kibir iskelesi…’’ Yıkılsın, yoksa kabirde ki böcekler kemirecek kibrin iskelesini…