Yeniden dirilişin muştusu...
Kış erimeye mahkum son
rötuşlarını yaparken, bahar hasret kaldığı âleme yavaş yavaş dokunuyor.
Farsiler, Anadolu Türkleri, Kürtler, Zazalar, Azeriler, Afganlar, Arnavutlar,
Gürcüler, Türkmenler, Tacikler, Özbekler, Kırgızlar, Karakalpaklar, Kazaklar
dünyanın dört bir yanında doğanın uyanışına eşlik ediyor. Yaktıkları ateşlerle
dondurucu soğuğun ayazını çözüyor. Her millet kendisine ait değerlerin
gölgesinde cûş-u hurûşa geliyor.
3000 yıl önce Perslerle dünya
literatüründeki yerini alan Nevruz; Zerdüşler, Bahailer ve Farisiler tarafından
yılın ilk günü olarak kutsanırken, Türkler tarafından Göktürklerin
Ergenekon’dan çıkışını, Kürtler içini ise Demirci Kawa Efsanesi’ni simgeliyor.
Yüzyıllardır insanları coşturan bu geleneği; Birleşmiş Milletler önce Dünya
Nevruz Bayramı olarak ilan ediyor, sonra da Dünya Manevi Kültür Mirası
Listesi’ne dahil ediyor.
Geceyle gündüzün eşitlendiği 21
Mart’la birlikte İran’da, Afganistan’da Özbekistan’da, Azerbaycan’da,
Kazakistan’da, Tacikistan’da, Gürcistan’da, Irak’ta, Türkmenistan’da,
Kırgızistan’da, Kosova’da, Bosna Hersek’te, Hindistan’da, Çin’de, Pakistan’da,
Türkiye’de Nevruz (yeniden diriliş) coşkusu yaşanıyor. Bereket, birlik ve
dirlik için yakılan ateşler, ayaza tutulan gönülleri ısıtıyor.
Dünyanın en görkemli beyaz
gelinliği kapladığı bütün doğanın üzerinden sıyrılarak, aheste aheste toprağın
altına dürülüyor. Yerini bir kez daha bahara devrediyor.
“Gizli bir el” yine kâinat sahnesini süslüyor;
papatyaların, erguvanların, eriklerin tomurcuklarını patlatıyor. Hava, su ve
toprak, cemre kokuyor. Yağmur çiseliyor her şeyin üzerine. Cilalıyor, ölüm
uykusundan henüz uyanmışları.
Mavi göğün yerini karanlık
bulutlar, parlayan ve ısıtan güneşin yerini ağlayan yağmurlar alıyor. Mutluluk
ve hüzün durmaksızın yer değiştiriyor. Bir melâllik üfleniyor hazırlıksız
ruhlara. Sancısı fasıla fasıla, fakat doğum sancısı değil; hançer gibi
saplanıyor. Dildârı lâl, lâlı teslimiyete mihmandar kılıyor.
Festival başlıyor; tezgâhlar
şenleniyor… Cemreler düşüyor, soğuklar kırılıyor, fırtınalar duruluyor, sular
vadilere akıyor, kırlangıç ve telli turnalar kanat çırpıyor, güneş tepeden
bakıyor, nevruz ateşleri yanıyor, böcekler emekliyor, ağaçlar dal sürüyor,
çiçekler açıyor.
Anadan üryan nebâtat, “kün”
emrini duyunca yavaş yavaş giyiniyor davetkâr elbisesini. Sarkıtıyor dallarını
adem nesli koklasın, doysun ve olsun diye.
Tabiat canlanıyor, insanlık
ölüyor hoyratlık ikliminde. Kaprisler, sürprizler, kaoslar ve çelişkiler
mucizeleri perdeliyor. Teslimiyet elbisesini giyinenler müstesna.
Bunlar da kâinatın sahibinin
düzeni. O, öyle arzulamış; düzeni ve düzensizliği bir arada yaratmış. Aya,
güneşe, semaya ve nebâtata değişmez emirleriyle hükmederken, insanı üstün
kılmak için bir fırsat vermiş. Ruhuna bir cüzi irade, önüne doğru ve eğrilerle
dolu bir sermaye koymuş. “Size bağışladıklarımla beni şaşırtın, kudretimi
kanıtlayın…” demiş.
Âdem’in çocukları, “kâlû belâ”dan
beri iyilikleriyle de, kötülükleriyle de “yoktan var eden”i şaşırtıyor!..
Yaradanın, en büyük hediyesi “eksiklik fıtratı”nı musibetten nimete
çevirenlerle, ihtiraslarının kölesi olup “Rablerine ortak koşanlar”ın yarışı
devam ediyor.
365 gün insanlar borçlanıyor
kâinata, fakat kâinat alacaklı değil. Çünkü siliniyor bütün borçlar, her bahar
yeniden geldiğinde. Cömertlik toprağın altını-üstüne getiriyor, suya, havaya ve
her zerreye siniyor. Mükemmele koşanlar arınsın, bahar gibi ölümden uyansın
diye.
Her sabah önce baharı müjdeleyen
tan yeri ağarıyor ve arkasından bin bir çeşit tondaki yemyeşil mucizeler denizi
yarılıyor. Gelinliğini giymiş tomurcuklar, sevgilinin üzerine çiselediği
gözyaşlarını duvağını açarken fark ediyor. Ve sessizce; “kavuştuk” diyor.
Sonra; çocuk kokulu rayihalarını esen bâd-ı sâbâ rüzgârlarına bırakıyor. Kâinat
şenleniyor.
Papatyalar boy veriyor uçsuz
bucaksız meralarda. Karların beyazlatamadığı kirli şehirlerde, asmalar
duvarlara tırmanıyor. Eflatunlu
erguvanlar, “kan kırmızısı” yediverenler, pencere önlerini süsleyen mor
yapraklı fesleğenler mutluluk iksiri saçıyor. Toprağın betondan kaçabilen
yerleri çimen kokuyor. Bûselerle semaya postalanan uçurtmalar, Burak gibi şaha
kalkıyor.
Kırlangıçlar, telli turnalar kanat
çırpışlarıyla oluşturdukları “gül senfonisi”ni sonsuzluğa esen poyraza
bırakıyor. Okyanuslara düşüyor dürdane, kıtalara düşüyor “gül” oluyor. Kâinat
bir kez daha yeniden doğuyor. Yüreğimiz, yüzümüz, gözümüz bahar oluyor. Bahar,
ateşe odun taşıyanların tafrasına inat, bizlere “aşk makamı”nda dirilişi
anlatıyor...