Yeni icatlar çıkarmak
Felsefe
dediğimizde çelişkili meseleler arası bir düşünmeden bahsedebiliriz. Problemler
felsefenin biricik konusudur. Problemleri halleder mi, daha mı karmaşıklaştırır
bilemeyiz. Görevci bir anlayışa sahip değildir. Bunu yüklenmez. Sadece
düşünmeyi devam ettirir. Gönüllü boyun eğdiği bir üst değişmezi varsa belli
noktalarda derin nefes alır. Kendini abartmamış ve sorgulatma cesaretini
göstermişse ne ala… Lanet olsun değil de çok şükür huyluysa şayet. Dinginleşir.
Fakat her durumda kendi icat ettiği yokuşa kendini sürer durur. Her durumda yeni
icatlar çıkarır. Evet evet. Tam da bu. Yeni icatlar çıkarır.
Yaratılmış
olmanın boyun borcudur; yeni icatlar çıkarmak. Bulmayan kaybolur. Gayba karışır
değil. Bildiğin kayıp edilmiş olur varlıkça… Gayba karşı gelir.
Halk
arasında öncesinde görülmemiş yeni başlangıçlar için kullanılan bu uyarı
tabiri, düşünce ve sanat için vazgeçilmez bir şeydir. Kim bilir gelenekler ilk
nasıl geldi, nasıl icad oldu konusu oldukça enteresan bir konudur. Geleneklerin
yeni doğan, ilk gençlik, modernlik hali… Böyle olduğu halde geleneklerle
gitmeye devam eden, süregelen hayat ve toplumlar çok sık değişkenlik istemez.
İstikrara tutunur. Kendince haklıdır. Değişmez ve değişmesine gerek olmayan o
kadar yanı vardır ki hayatın. Aynı şeylerin tekrarıdır günler biraz da. Temel
ihtiyaçlar ve temelsiz lükslerin konusudur bu daha çok. Fakat ruhun o haklı
doyumsuzluğunun dünyaya getirdiği düşünce ve sanat için bunu söyleyemeyiz. Aynı
zamanda ruhun doyduğu düşünce ve sanat için… Yeni düşünceler, hayaller yani
yeni icatlar çıkarmamız lazımdır ki ölmemiş olalım. Ruhumuz aç bil aç yaşamamış
olsun. Bilim ve sanat açısından yaşam belirtisi bu. İcat çıkarmak!
İcat
için de “mesele” çıkarmak gerekiyor. Müşkül kelimesini de kurcalamak ne de iyi
gelir şimdi. Durulmak için bulandırmak anlamında en azından…
Müşkülpesent/zorluklardan hoşlanan, zor beğenen olmak. O çoklarının kaçtığı
arızanın başını okşamak, şaşırtıcı, tuhaf, yaygın düşünce tarzına aykırı olan
ne varsa hepsini merdiven altı, zihin altı, gök ve yer altına bir ıslıkla
toplamak gerekiyor. Zor fakat hareketli bir eyleme/düşünmeye dahil olan zihnin
zevk alacağı bir zordan bahsediyorum. Böyle bir zihinsel arbedede, soru
çengelleri elimizde problemlerin üstüne üstüne gitmenin zevkinden dolayı,
problemlere ancak yerlerine yenileri geldiği zaman çözülebileceği iznini
veririz. Her çözüm bir başka düğüme evrilir. Düğüm de çözüme meyyaldir. Evrenin dönen başını temsilen meseleler arası
dönüp duran/tavaf eden zihnimiz ve içinde olduğu bu koca döngü bütün cevapları
tutup bir de aşikâra saklamıştır iyi mi?! Biz de aşikâra altlarında cevapların
saklı olduğu taşları arar gibi bakarız. Her bir soru çengeli bir taşı kaldırır.
Cevabı orada o değilden, neredeyse iğreti saklıdır. Bizi özlemektedir. Bizir
beklemektedir. Sarılır. Böyle durumlarda o büyük varlık sorumuz tebessümüne bir
tebessüm daha ekler. Biraz daha yerleşir gibi olur köşemize.
Zaten
yaşam büyük, boyumuzca değil belki, huyumuzca büyük bir cevap verebilmek değil
midir? Cevabımızın yaşamsal aciliyeti ecelle görülmemiş bir danstadır. Müzik
mi? İçimizdeki ahenk… Herkesin bestesi
kendi içinde. Var oldum şarkısı ya da olamadım ağıdı…
Büyük
kanaatleri besleyen şey; küçük kanılarımızın değişerek, icatlar çıkararak
dönüşmesidir. O halde hemen her şeye dair belli kanılarımızı tekrar etmeyi
yaşamak sanmayı bırakalım. Sanırım şöyle, demeyelim. Hiç sanmam öyle olduğunu,
diyelim bazen de. Bir şeyler eksik, bu böyle gitmez, diyebilelim. Böyle gelmiş
böyle giden her şeyin yolunu keselim. Gerçekten de öyle mi gelmiş veya başkaca
gitme yolu, yeni bir güzergâh çizebilir miyiz, ona bakalım.
Derim
ben.
Ya
da sanat; bunu diyebilendir. Dedirtebilen...
Soru
sorma ihtiyacını hissettirebildiğimiz kadar düşünce ve sanattan yana, düşünce
ve sanatın içindeyizdir.
Özellikle
-türlerine göre, az ya da çok- kitle sanatı olan sinemanın hiç soru sormamasını
yadırgamalı. Saatlerce tutması ve hiçbir şey vermemesi. O kadar niceliği bir
nitelikle ağırlamamış olması. Bir soru çengeli ikram etmeden, var olan
kanıların tekrarı ile çekip gitmelerine kamera yumması… Ya da onca bakışı,
açıyı yamacına toplamışken, onlara evvelce açılmamış hiçbir pencere açmaması… O
güne kadar soluklanan bayat havayı ısıtmış olması… Üstelik düşünmeme salgının
orta yerinde!
Sarf
edilmiş onca imkân, onca emeğin sonunda bir sanat ürünü, bir sinema; üretim
sürecinde olana da, tüketicisine de birkaç soru bırakabilmeli oysa. Bir arıza
bildirimi yapmalı. “Bir şeyler iyi gitmiyor, hep beraber bir el atalım, bir
gönül atalım abiler ablalar!” demeli.
İyi sinema, iyi felsefe anlamına da gelse ne iyi! Sadece belli bir bilimin, konumun, sanatın işi değildir ki düşünmeyi düşünmek. Düşünenlerin düşündüğünü yeniden düşünmek. Hiç düşünülmemişi bir de… Sanatın ya da sinemanın hangi dalında veya aşamasında yer alırsak alalım, edebiyatçı, tashihçi, tasarımcı veya kameraman, sesçi, ışıkçı, nihayet yönetmen olalım felsefe ile ciddi anlamda ilgilenmeliyiz. İlla ki yaşama dönüşmüş halde. Bir yaşam tarzı olarak. Daima bir şeylerini kaybetmiş te bulmaya çalışıyormuş gibi, bir zihinsel arama-tarama teyakkuzu ile henüz çıkarılmamış icatlarımızı cezbe alanımıza çekmeliyiz. Kanaatler silsilesinin sıkıcı tekrarına dur diyen, özel bir düşünce sıçraması, bir düşünme eylem planında olmalıyız.