Yeni dönem politikaları
Seçimi kazanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son döneminde Atatürk’ten sonra en uzun süre Cumhurbaşkanlığı makamında kalan kişi olarak tarih yazacağı anlaşılıyor.
Fakat bu sürede Türkiye’nin ekonomi ve enerji politikasında
neler olacak belli değil.
AK Parti Genel Merkezi’nde
gelenekselleşen balkon konuşmasını bu seçimle birlikte
sonlandıran Erdoğan, Külliye’de 320 bin kişinin karşısında bir
konuşma gerçekleştirdi.
Bu son dönem için verilen görev
onayının da meydanlarda gösterilme amacının bir göstergesiydi.
Seçim döneminde benzer düşüncenin altını
çizmek için İstanbul’da da milyonları geçen kalabalık toplanmıştı.
Fakat Erdoğan’ın konuşma
için Külliye’ye seçmiş olması aynı zamanda devletçi bir
tutuma da işaret ediyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Devletin
kaderi ile bizim kaderimiz birleşti.” ifadesini kullandığı andan itibaren daha
çok devlet politikası noktasında hareket etmeye başladı.
Bununla birlikte AK Parti’ye 7
puan kaybettirilen birçok politikanın hayata geçirilme
zorunluluğunun meydana geldiği de anlaşılıyor.
Partisinin oy kaybına neden olan güven
sorununun Erdoğan karşı yaşanmamış olması aslında güvenlik
merkezli politikalar nedeniyle gelen “Devletleşti, devlet düşüncesine kapıldı.”
eleştirilerini de içinde barındırıyor.
Erdoğan’ın güvenlik merkezli politikalarla
ilerlemesi muhalefetin de bu kapsamda birleşmesine neden
olmuştu.
Bunun en bariz göstergesi, PKK ile
mücadelede Meclis’in adres gösterilmesi ve Trump’ın “Ekonominizi
mahvederim.” çıkışı karşısında boğun eğmemek için Merkez
Bankası rezervlerinin kullanılması sürecinde muhalefetin yine bu rezervler üzerinden
Erdoğan’a yüklenmesiydi.
Şüphesiz, muhalefetin "haklı" olduğu
yerler olsa da Türkiye’nin bütünlüğü ve “Yeni bir
dünya kurulur Türkiye’de orada yerini alır.” yaklaşımının her şeyin
üzerinde olduğu düşüncesi baskın geldi.
Çünkü, Türk devlet geleneği,
ayakta kalmak için Sevr ve devamında gelen Kurtuluş
Mücadelesi'nin ne kadar da çetin olduğunu gösterdi.
Bunu bir daha yaşamamak için Batı tarzı
demokrasilerde olduğu gibi içten demokratikleşen bir süreç
yerine devletin yönlendirdiği ve bütünlüğünü korumanın
önceliklendirildiği bir sürecin esas kabul edilmesi, anlaşılması
zor olmayan bir devlet refleksini gösteriyor.
Peki bundan sonra ne olacak?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zafer
konuşmasında kimseye kırgın ve küskün olmadığını
belirttikten sonra CHP’yi yine merkeze oturtan bir dizi eleştiriyi
dile getirmesi Erdoğan’ın gelecek dönem siyasetinde de Süleyman
Demirel’in yapmaya çalıştığı "sol geleneği dizayn etme" çabasının
süreceğini gösteriyor.
Atatürk’ün Partisi'nin
artık "esas çizgiye gelme" zorunluluğunu gözler
önüne seren bu sonuca rağmen, hâlâ kendisine makam mevki devşirmek isteyenlerin
verdiği gazlarla kukla gibi koltukları doldurmak isteyenler Türkiye’nin
geleceğinde yer alamayacağı gibi, CHP gibi tarihi
önemi olan bir partiyi de geride bıraktığı herkesçe kabul görüyor.
Tüm bu bakışları birleştirerek Türkiye’nin
gelecek dönem çalışmalarında daha devletçi bir yaklaşım
sergileyeceğini söylemek sır olmaz.
Kılıçdaroğlu’nun dediği
gibi “Dostlarımızla kazanacağız!” yaklaşımının bir
benzerini Erdoğan dostlarıyla kazanarak gösterdi.
İlham Aliyev’in açık
desteği, Putin’in Erdoğan’ı öven yaklaşımları ve Ortadoğu’da Katar başta
olmak üzere birçok Arap devletinin açık destek vermesi aslında
Erdoğan Türkiyesi'nin gelecek planlamasında Batılı muasır
medeniyet hedeflerinin çok da yer almadığını gösterdi.
"Batı'ya yaslanarak kazanmak" yerine
"Batı’ya rağmen kazanmanın" bu topraklarda ne kadar da
içselleştiğini iyi görmek gerekiyor.
Çünkü her ne kadar Osmanlı tarihsel
sürecini tamamlasada, onun bıraktığı mirasa sahip çıkma güdüsü hâlâ yüreklerde
oldukça canlı bir yer alıyor.
Aynı zamanda bu düşüncenin paydaş
ülkelerin halkları hatta bazılarının yönetimleriyle de
paylaşılması, Türkiye için geleceğin Avrupa ve Amerika
Birleşik Devletleri gibi Batı tandanslı bir
yaklaşımda değil, aksine tarihi değerlerini içeren Doğu
yaklaşımında karşılık buluyor.
Erdoğan’ı ilk
tebrik edenlerin resmi sonuçları beklemeden açıklamada acele etmesi bunun
işaretiyken, Çin ve Batılı devletler başta
olmak üzere daha uzakta kalan devletlerin yavaş davranması bu içselleştirmenin
tezahürü gibi görünüyor.
O zaman Erdoğan’ın son
döneminde bu bilinçle ve destekle bulduğu alanda hareket edeceğini söylemek çok
da abartı olmaz.
Bu minvalde Cumhurbaşkanı Erdoğan,
Amerikan Dolarına bağımlı uluslararası ticareti bitirme noktasında daha sert
konum alacak ve buna ilişkin bir düşünceleri destekleyecektir.
Bundan sonra ortak para birimleri
ya da yerel para birimleriyle yapılacak ticarette Türkiye’nin
daha cesur bir tarafta duracağını söyleyebilirim.
Eğer parasal adımları iyileştirmek
adına Dijital Türk Lirası ile birlikte toplumsal
adaleti tesis edici vergi düzenlemelerini hızla gerçekleşirse ortak
para birimi konusunda dünya ile daha entegre ve uygulanabilir
politikalar önerilebilir.
Ayrıca, yeni kabinede yer alacak Dışişleri
Bakanı'nın bu sürece katkı sunacak bir isimden biri olması her şeyi
daha da kolaylaştırabilir.
Dünyanın sorunu Doğu’nun
üretmesi Batı’nın tüketmesidir.
Batı sadece ARGE ile
hayatını sürdürmekte gibi görülse de esasında turizm ve kültürel
baskınlık ile marka dayatması Batı’nın üstünlüğünü
perçinleyen esaslardır.
Türkiye’nin bu kapsamda oyun
değiştirici bir rolü olabilir ama önce bunun için hazır olma
zorunluluğu açıkça kendisini gösteriyor.
Faiz politikasında, düşük faizin
enflasyonu aşağı çektiği prensibi Batı’ya satılacak mallarla elde
edilen Dolar ve Euro’ya dayanıyor.
Batı paradigmayı reddeden
yaklaşımlarla Batı’ya daha fazla mal satma arzusu
zorlu bir dış politik serüvene ihtiyaç duyuyor.
Asya’nın tutumu
bu aşamada belliyken Afrika’nın da bu konudaki tutumunda rol alıcı
bir Türkiye görebilirsek, o zaman oyunun değiştiğine şahit olabiliriz.
Tüm bunlar ışığında uluslararası
finans çevrelerinin kabul edeceği isimlerle ekonomide yol yürüneceği
ifadesinin Mehmet Şimşek gibi isimleri öne çıkarması olası
olsa da, Batılı ekonomik düzenin tanıdığı isimleri seçmenin Batı’dan
kopuşu ne ölçüde sağlayabileceği konusunda emin değilim.
Bu da ABD Doları ve Euro konusunda "bağımlılıktan
kurtulmak" yerine Türkiye’nin gelecek beş yılında yine denge
politikasıyla hareket edeceğini ama bu sefer ayağının büyük kısmının
artık Doğu’da kalacağını bana düşündürüyor.
Reform ihtiyaçları ortada
olduğu süreci Türkiye için aks değiştirmenin çok
da bir anlamı yok.
Daha sert yumruk yerine daha uzlaşma
yanlısı bir dil kullanmanın gerekliliği hiç olmadığı kadar kendisini
dayatıyor.
O zaman yapılacak şeylerin masayı
dağıtmaktan ziyade masayı genişletme olduğu açıkça görülüyor.
Benden söylemesi...