Yazma aşkına...
İlm
kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı
muhâl imiş ancak
Aşk
imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak
(Fuzûlî)
Okumak, bir insanı doldurur; konuşmak onu hazırlar
yazmak ise olgunlaştırır, der Francis Bacon.Fesleğenlerin
henüz sinekleri
kovamadığı, tarihi atılmamış zamanlarda önce sessizlik vardı... Sessizlikler sese büründü
sonra. Ve sesler, kelimelere… Ardından kelimelerin sembollere büründüğü yıllar...
Yazıyla birlikte metafizik maceramız başlayıverdi birden. İnsan gerçeküstü
zaman ve gerçeküstü mekanlara yolculuk etti yazı sayesinde. Yazı, sanata metafizik bir nüans
vererek zaman ve mekânın dışına çıkardı onu. Bu mekân, kimsenin kelimelerle
ifade edemeyeceği ama yazılan her bir satırla varlığını sürdürmeye ve yaymaya
devam edebileceği o güvenli limandı. Yazmak, yeni ve tılsımlı bir dünya
oluşturmaktı ve burada
yazar hem efendi hem köle idi. Sonra bu dünyada kimler yaşar, neler olup
biter, yazar anlatmazsa kimse bilemez, yazar tasvir etmezse kimse göremez idi.
Yazın dünyasında “yazmak” bir insanlık ödeviydi. Bu ödevin sorumluları ise,
insanlığın ilim, irfan binasına bir tuğla da ben koyayım, kaygısını
taşıyanlardı. Yazmak kaleme müptela ve kâğıda sevdalı olmaktı. Yazmak, azınlık
olmayı göze almaktı. Yazmaya yönelenler, kalabalıklar arasında azınlığın bir
üyesiydi.
Yazmak seçmekti. Hiç seçenek yoksa bile kendi seçeneklerini
oluşturmaktı. Yazmak bir mantık ve bir hesap işiydi bu dünyada. Bir güne kaç
gece sığar ve geceler acılarla doğru orantılı mıdır? Ölüm nerde etkisiz
elemandır? Hesaplamadan olmazdı. Sonra yazmak, sorumluluk ve dert sahibi
olabilmekti. Yaptığı işi bütün mevcudiyeti ile, hayatı ve varlığı ile o işe
bağlıymış gibi yapmaktı. Dicle’nin öteki yakasında kuzuyu kapan kurdun sorumluluğunu
vicdanında hissetmek ve bunu hakikat aşkıyla kaleme almaktı o dünyada yazmak. Sonra
dava adamı olmaktı yazar olmak. Davası büyük olan lakin büyüklük davası
olmayan, hedefi büyük olan lakin hedefe giderken doğru yoldan sapmayan ve
şeytana “eyne’l-mefer” dedirten kişiydi yazan adam. Sonra, pek çok kimseye göre
büyük görünen küçüklüklerden sıyrılmış ve ete, kemiğe bürünüp “Yunus” diye
görünmüş, tüm büyüklükleri şahsında toplamış bir gönül eriydi o limanda yazar
olmak.
Herkes
çeşitli çizgiler çizebilir; fakat bu çizilenler Van Gogh’un elinden çıkmışsa
şaheser olur. İnsanlar, yazmak için kalemi ellerine alabilirler; fakat içlerine
dolan ilham damlacıklarını bir coşku pınarına çevirmek, bu sanatın kurallarını
bilmekle mümkün olur. Yazmak, doğuştan gelen bir yetenek midir sizce? Elbette
ki hayır. İstanbul’da bir yayın evinde çalışırken bir hanımefendi, yazarlık
konusunda fikir almak için gelmişti bize. Bana, yazar olmak istediğini söyledi.
Tebessüm ettim. Yazarlık fakültesi kurulduğunu ben bilmiyordum! Yani okul
okumak, yazar olmak için yeterli değildi. Unutulmamalıdır ki yazar, ideal
okurun ta kendisidir. Masanın üzerinde boş bir sürahi vardı, bu sürahide su
olmasa siz bardağa bir şey boşaltabilir misiniz? diye sordum. Bayan: İstediğim
cevabı verdi. “Tabiî ki de hayır” Öyleyse dedim, “Siz de bilgiyle dolmadan iyi
bir yazar olmayı hayal etmeyin. Bu dolmak sıradan bir dolmak da değildir.
Peyami Safa’nın ifadesiyle, kitapla okuyucunun zekâsı evlenmeli ve mahsul
vermelidir. Bir kitap yazmak için belki de bir kitaplık dolusu kitap okumak
gerek.” Zaman zaman, kolejlerde imza günleri düzenleyen sözüm ona yazarlarla
karşılaşıyorum. Hasbe’l-kader yazdıklarına baktığım vakit, zihnim çatlayacak,
kalbim patlayacak gibi oluyor. Bu genç dimağları bu sefil yazılar mı besleyecek
diye hayıflanıyorum. “Yazma yeteneğimin
olmadığını anlamam için on beş yılın geçmesi gerekti. Ne yazık ki kendimi
yazmaktan alıkoyamadım.” der Robert Benchley.
Yazma aşkına... Öyleyse yazmayı bilmek için okumayı, okumayı bilmek için de o dünyada yaşamayı bilmemiz gerekmez mi?