Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
09 Kasım 2021

​Yazının sinema hali: Senaryo

Edebiyat bile demeyeceğim. Hadi yazılı bir metinden, bir senaryodan doğan sinemanın yazılı metni reddedebilme derecesine baktığımda, doğmanın ve var olmanın biraz cüretkarlıkla ilintili olduğu ilhamını alıyorum. Bu reddiyenin aslında yazıyı, doğduğu aslı yok etmeden çok kendini var etmeye yönelik olduğunun ilhamını da alıyorum.

Fakat her ne olursa olsun olabildiğince yok da ediyor. Bunu olabildiğince var olmak için yapıyorsa bile bu böyle. Üst edebi düşüncelerle kaleme aldığınız bir senaryonun nasıl da görüntü öncesi yazı ile yazılmış fotoğraf ve hareketlere, hayalin yazı ile çizilmiş resmine benzediğini bilirsiniz. Kalemin, klavyenin nasıl bir fırçaya, hikayenin duvarlardan inip yürümeye başlamış, hareketlenmiş, can üflenmiş tablolara dönüştüğünü de…

Bunu mesela bir çocuğun büyüdükçe ve var olmanın ağırlığı arttıkça doğmasına aracı olan varlıkları, anne ve babayı nasıl da geride bırakması gerektiğine benzetiyorum. Geride bırakılan kendi şartlarınca asla geride değil. İleriye geçen de henüz değil. İnsan tabiatının dışındaki bütün tabiat bunu işaretleyip duruyor. Değişse de kalan birer sabitesi var her şeyin. Şu ağaç gibi! (Herkesin gördüğü ağaç kendine) Şu sıralar son yapraklarını toprağa bırakan, ne kadar direnseler de yavaş yavaş yemyeşil olmaktan yorulan, hep yeşil kalma gibi bir sorumlulukları olmadığını idrak eder etmez, var olma eyleminin gününü güzelce doldurduğunu fark eder etmez daldan aşağı korkusuzca yok oluşa, faniliğe, güzel geçip gitmeye ve başka bir varoluşa atlayan yapraklara da bakarsak, onlar da var oluşun yok oluşu da içerdiğini, yok oluşun toplamda başka varoluşları beslediğini güzelce gösteriyor.

Nereden nereye geldik. Yazı demiştik, sinemanın ilk hali. Edebiyat olarak anmadık. Çünkü sinema ille de anlam içermek zorundadır. Sadece o anlamı yazı ile değil göstererek ifade eder. Yani edebiyat hep var. Sadece ona aracı olan yazı kalkmış oluyor kararınca. Bir senaryodan doğuyor her film. Fakat doğduğu şeyi terk ediyor. Var olmak için doğduğu şeyi yıpratıyor, eskitiyor, en aza indirgiyor, çökertiyor, itiyor. Öne çıkıyor. Bir film olacaksan yaşama veda etmen gerekir diyor. En fazla söz olarak kalabilirsin diyor. Sözü ve yazıyı kıpır kıpır, yerinde duramayan hareketlere dönüştürüyor. Mesela ben pispas yazdığımda o pispası(kediyi) herkes ayrı ayrı hayal etmek zorunda iken, film bunu resimliyor, fotoğraflıyor. Olmadı “tin tin tin, bunun ayakları birbirine nasıl karışmıyor’u?” bir daha yaşatarak yürütüyor. Al sana “hareket imge!”

Çok merak ediyorum. Kedi sözü ve yazısı edildiğinde diyelim ki yüz kişinin hayalinde nasıl pispaslar var oluyor. Kuyrukları ne renk ve boyutları ne kadar? Herkes hayalini aynı anda resmedebilse ve o pispaslar ne yapıyor oluyorlar o hayallerinde, bir gösterilebilse… Fakat işte bir film bütün bu hayal farklılıklarını en azından ilk anda ve ara ara aynılaştırıyor. Tek bir gerçeğe, harekete dönüştürüyor. “Efendiler! Birçok hayali bırakınız!” diyor biraz küstahça. “Bu! İşte bu kedi sizin gerçeğiniz! İzleyiniz gerçeğinizi… Susunuz ve ellerinizi “süpanake” okur gibi önünüzde bağlayınız ve izleyiniz.”

Sinemanın yazıyı, var olduğu kaynağı sonuna dek yararlandıktan sonra olabildiğince yok ederek, geride bırakarak var oluşunun hikayesini acaba yazı da sözü yok ederek mi yaşadı sorusu geliyor tabii ki.

Bu konuları hayatının biricik konusu edinen düşünürler ve insanlığın ortak birikimine katkı sunan müktesebat var. Söz konusu sorular da çeşitli şekillerde cevaplanmış. Fakat ben kendimce, komik veya ciddi kendi öz sorularım ve cevaplarımla bir şeyi hazmetmeyi seviyorum. Her zaman ki gibi bir aktarımcı, bir ravî değilim. Bu hiç okumuyor mu şüphelerini artırmayı eğlenceli buluyorum. İktibas kamyonculuğu yapmıyorum.

Dolayısıyla son sorumla alakalı olarak, bir gün yazının, sözlü geleneğin önüne durup “Buraya kadar! Sen uç. Uç kelebek! Hadi uç! Ben kalacağım!” sözünü nasıl bir yüreklilikle demiş olabileceğini düşünüyorum. Her ne kadar bu “Söz uçar, yazı kalır.” Sözüne çok inanmamış olsam da. Bu sözün kaç değişik versiyonunu uydurmuş olsam da… Söz uçar yazı konar vs gibi. Bir şeyin hem uçması hem kalması, uçarak kalması, biraz kalıp uçması, göçmesi mümkün. Göçmeye konması da. Kalmaya… Tamam sustum. Hayır. Saçmalamıyorum. Yazı icad olundu sözün mertliği, var olmuşluğu bozulmadı, ezilmedi diyorum. Sözü yok etmedi yazı. Yazı daha adil var oluşta, sinemadan. İnsanlığın kendini ve var oluşunu ifade biçimlerindeki araçlar içinde yazı, kendinin atası, ebesi olan sözü yok ederek var olmadı. İkisi birden var olabilmeyi başardılar. Söz yazılandı, yazı sözlendi, seslendirilmeye devam etti. Fakat sinema var olurken bazı şeyleri yok etme gibi bir yol seçti. Ya da onlara başka türlü var olma seçenekleri sundu. Sunmadı, hayır. Dayattı. Görsel ifadede ne olursa olsun bir dayatma var ve olacak illa. Bu sinemanın elinde olan bir şey değildi, kabul. Kavga yok. Var oluşu paylaşmayı öğreniyoruz.

E biz ne güzel laflıyorduk. Daha fotoğrafa bakacaadık. Yerimiz mi bitmiş. Yazının sonuna mı gelmişiz. Bir başka yazıya kadar hoş mu kalmalıymışız… Fakat ne güzel yazıyla bir olup, yazı yoluyla sinema hakkında bir güzel atıp tutmuş muyuz?! Yoksa sakin ve neşe ile anlamaya mı çalışmışız.

Ve en nihayet “Işk (mı) imiş her ne var alemde / İlim bir kîl ü kâl (mi) imiş ancak”