Yazılan hikâyeler BİZİ anlatıyor!.
Hikâyenin bizde köklü bir geçmişi, vazgeçilmez geleneği vardır. Sadece kutsal kitabımızda ve siyer kitaplarında anlatılmaz bu hikâyeler.
Muhteşem bir edebiyatımız var ve bu sahada önde olduğumuz türlerin başında hikâye bulunuyor. Son zamanlarda, yayınevlerinin okuyucularına ulaştırırken heyecan duydukları hikâye kitaplarını büyük bir zevkle okuyorum.
Peki hikâyeyi niçin çok seviyoruz? Çünkü hikâye bizim. Şiirle birlikte hikâye vardı önceden. Roman, tiyatro, deneme sonra ortaya çıktı. Şüphesiz bizim hikâyemiz çok eski... Teşbihte hata olmasın ama hikâyeyi Kur’an-ı Kerim’de kıssalarla başlatanlar vardır. Diğer semavi kitaplarda da geçen peygamber kıssaları birer hiâye. Yaradan, hakikatleri kullarına anlasınlar diye kıssalar ışığında anlatıyor. İnsanlar Kur’an’daki doğruları, daha iyi anlayıp kavrasın diye. Hadis-i Şeriflerde de, Siyer kitaplarında da Peygamber Efendimizin yaşadığı ibretamiz hikâyeler çok. Halifelerin hayatı da, hikâyelerle anlatılmıştır.
Hikâyenin köklü geçmişi
Hikâyenin bizde köklü bir geçmişi, vazgeçilmez geleneği vardır. Sadece kutsal kitabımızda ve siyer kitaplarında anlatılmaz bu hikâyeler. Mezhep imamları, fıkıh âlimleri ve tasavvuf büyükleri de gerçekleri müminlere, taliplilere ve meraklılara hikâye dürbünüyle aktarmışlardır.
Binbir Gece Hikâyeleri, Sadi-i Şirazî’nin Bostan ve Gülistan’ı, Filozof Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si, Mevlâna’nın Mesnevi-i Şerif’i, Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i ile diğer İslam ve şark klasiklerinde hikâye, başat anlatım biçimidir. Divan edebiyatında, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve diğer İslam âlimlerinin bütününde de hikâye vazgeçilmezdir. Bediüzzaman’ın Risaleler’in hep temsiller vardır. Verilen misâllerin ardından hakikatler ifade edilir.
Farklı âlemlere taşır
Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim, Muallim Naci, Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfettin hikâyeleriyle bizi farklı âlemlere alıp taşırlar. Bu hikâyeler bazen romanlarda günışığına çıkar, bazen manzumelerde âşikâr olur. Bu hakikat zincirini alıp Tarık Buğra’ya, Bahaeddin Özkişi’ye, Sâmiha Ayverdi’ye ve Sezai Karakoç’a kadar getirebiliriz. Yani bizim dinî hayatımız da, fikir âlemimiz de, sanat evrenimiz de hikâye ile mezcolmuştur. Dolayısıyla hikâyeyi sevmeyen insanımız yok âdeta. Hikâye kitaplarını çok okumasak da dostlarımızdan hikâye dinlemeyi pek severiz.
Bana hikâye anlatma!
Her ne kadar “Bana hikâye anlatma!” sözünü dilimize pelesenk etmişsek de biz hikâye anlatmaya da, hikâye dinlemeye de esasen bayılırız. Anadolu’daki kahvehaneleri baştan sona dolaşalım, o mekânlarda anlatılanlar bizim hikâyelerimiz. Hüznümüz, hicranımız, sevincimiz, sefamız, kederimiz... Âşıklar birbirlerine geçmişte yaşadıkları hikâyeleri anlatırlar. Okullarda öğretmenler talebelerini, camilerde hocalar cemaatlerini, evlerde dedeler ve nineler torunlarını, istifade edilecek hikâyelerle zihnen ve fikren donatır, gönüllerini ve yüreklerini beslerler. Velhâsıl-ı kelâm hayatımızda geniş yer tutan hikâye, insanımızın sevgi dili, gönül bağıdır.
Peyami Safa’nın hikayeleri
Merhum Mehmed Niyazi ağabeyimiz Peyami Safa’nın “Cumhuriyet’in en büyük romancısı” olduğunu söylerdi. Ben de aynı kanaatteyim. Romanları biliniyor, okunuyor, seviliyor.
Ya hikâyeleri?
Ötüken Neşriyat, yazarımızın romanlarından sonra bütün ‘Hikâyeler’ini de bir kitapta yayınladı. Büyük bir sanatkâr olduğu kadar vatanına, memleketine sevdalı bir mütefekkir olan Safa’nın, kısa hikâyeleriyle de edebiyatseverlerin gönlünde taht kuracağı anlaşılıyor. Bol sayfalı romanları okumaya yanaşmayanlar, Peyami Safa’nın tek ciltte toplanan bu hikâyelerini inanıyorum ki keyifle okuyacaklardır. Zira yazarımız, romanlarındaki o dil ustalığını hikâyelerinde de gösteriyor. Zengin kelime dağarcığı, akıcı üslubu ve sürükleyici bir dili olan Peyami Safa, ‘hikâyeci’ kimliğiyle de artık kütüphanelerdeki raflarda yerini almaya başladı. Edirnekapı Şehitliği’nde eşi Nebahat Hanım ve oğlu Merve ile yatan büyük ve iyi yazarımız Peyami Safa’yı rahmetle, şükranla anıyorum.
Recep Seyhan’ın Değirmeni
Recep Seyhan beş on sene öncesine kadar pek tanınmayan ve eserleri bulunmayan bir yazarımızdı. Hâlbuki o aslında 1970’lerden itibaren yazı aşkını dile getiren, dergilerde hikâye ve denemeleri neşredilen bir edebiyatçıydı. Uzun yıllar Anadolu’da öğretmenlik yapıp edebiyat dünyasından uzak kalan Seyhan, artık İstanbul’daki edebiyat camiasının da sevilen ve sayılan bir simasıdır. ‘Anadolu’dan İstanbul’a Göç Eden Edebiyatçılar’ konusu, ilgi çekici bence. Bilmiyorum üniversitelerde bu konuda tez yapıldı mı? Şayet yapılmışsa Recep Seyhan’ın da mutlaka bu çalışmaya eklenmesi ve İstanbul’la buluşmasının, keşfedilmesinde ne kadar değerli olduğunu anlatmak gerekiyor.
Rahmetli mütefekkir Fethi Gemuhluoğlu’nun edib ağabeyimiz Bekir Oğuzbaşaran’a üniversiteden mezun olacağı sırada “İstanbul’da kal. Anadolu’da kalemin keşfedilmez.” dediğini duymuştum. Eskiden hakikaten pek çok kalem erbabı, istidatlı şair ve yazar Anadolu’da kaybolup gitmiştir. Ama şükürler olsun ki, iletişimin yoğunlaştığı günümüzde İstanbul’un dışındaki 80 şehrimizde edebiyatla uğraşanlar seslerini bugün duyurabiliyor; dergilerde çalışmaları neşrediliyor, kitapları yayınevleri tarafından yayınlanıyor. Ve bu edebiyatçılarımız da eserleriyle günışığına çıkabiliyorlar.
Zongo’nun Değirmeni
İyi hikâyeci Recep Seyhan’ın Zongo’nun Değirmeni’ni okumalı. Seyhan, hikâyelerinde gelenekli olanla modern anlatım şeklinin imkânlarını ustalıkla harmanlıyor ve okurunun önüne çıkarıyor. (Bilge Kültür Sanat Yayın)
Taşın Dediği
Yazarımızın adaşı ve meslektaşı Recep Kayalı da aynı yayınevinden çıkan Taşın Dediği hikâye kitabında ‘küçük adamların büyük hikâyeleri’ni anlatıyor. İnandırcı bir dille meramını iyi ifade eden genç bir hikâyeci var karşımızda. Recep Kayalı kalıcı olacağı âşikâr olan hikâyeleriyle, edebiyatımıza renk, ahenk, muhteva ve değer katıyor.
Hanım hikayeciler dikkat çekiyor
Tanzimat’tan neredeyse Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar edebiyatta bir erkek egemen gücünden bahsedebiliriz. Şiirde, hikâyede, romanda, tiyatro eserlerinde erkekler daha ziyade önde olmuşlardır. Elbette hanım şair ve yazarlarımız da var ama az. Günümüzde ise bu durum, neredeyse eşitlenir vaziyete geldi. Sinema, tiyatro, resim, müzik ve klasik Türk İslâm sanatlarında hanımların gösterdiği üstün başarı, edebiyatta da kendini adamakıllı hissettiriyor.
İki güzel kitap
Elif Hümeyra Aydın’ın Dergâh Yayınları’ndan çıkan Doğum Lekesi ile yine aynı yayınvinden okura ulaşan Eda İşler’in Kaza Süsü beni gelecek için umutlandıran iki güzel hikâye kitabı. Hani gergef veya nakış işler gibi denir ya hanım yazarlarımızda hakikaten bu ince işçiliği görmek mümkün. Kelimeleri yerli yerinde kullanan bu yazarlar, fikirlerini zamanında dile getiriyor, duygularını münasip vakitte gösteriyorlar.
Hanım edebiyatçılar, hikâyemize herşeyden önce derin anlamlar katıyor. Sayılarının çoğalması, kuşkusuz edebiyatımızı bereketlendirecek, hareketlendirecektir.
Yâr Elinden Şehri Olsa İçilir
İbrahim Başer’in Yâr Elinden Şehri Olsa İçilir, benim okumaya doyamadığım bir özge kitap. Şimdi ikinci kez elimde. İyi kitaplar bir değil bir kaç sefer okunabilir. Başer burada, hikâye anlatmıyor sadece, İstanbul’da yaşadığmızı semtleri de birer ressam ustalığıyla resmediyor. (Post Yayınları)
Ayhan Mergen ve hikayeleri
Ayhan Mergen Siirt’te gazetecilik yapan, ömrü eğitimle geçmiş bir kültür ve edebiyat adamı. Daha önce memleket folkloruna dair kıymetli eserler neşreden Mergen, şimdi de hikâyeleriyle okurlarının karşısına çıkıyor. Sıcak, sevimli, düşündürücü ve anlamlı hikâyeler hepsi de. Teneke Ayna Öyküler’i Okudukça kendinizi Anadolu’nun o bereketli ovalarında, nehirlerin kenarında, dağlar arasında hissedeceksiniz. Yüreği yayla gibi geniş insanlarımızın iç dünyalarını bizimle paylaşıyor. Zor şartlarda yaşayan ama tevekkülü elden bırakmayan inançlı halkımızın güzel hasletlerini ortaya koyuyor. Yitik değerlerimizi anıyor, unuttuğumuz hazineleri hatırlatıyor. Esasen Ayhan Bilgen bize bizi anlatıyor. Dolayısıyla onu okumak, ruh iklimimizi yeniden keşfetmektir.