Yazarların Anlattığı Bizim Hikâye'miz
Dünyada
büyük felâketler ve acılar yaşanırken yazarlarımızın hikâyelerinde anlattığı,
aslında bizim hikâyemiz. Bugün yaşanan dramlar da elbette yazılıp geleceğe
bırakılacak.
Bir ara roman türünün
baskın bir şekilde öne çıktığı sıralarda daha kadim bir özelliğe sahip olan
hikâyemiz gölgede kalmıştı. Hatta bazı yayıncılar hikâyecilere, “Roman yazın
basalım ama hikâye kitaplarına dönüp bakan yok.” diyebiliyordu. Şimdi yayın
dünyamızda sıklıkla çok iyi hikâye kitaplarının yayımlanması, edebiyatımızın bu
türüne olan okuyucu ilgisini de arttırdı. Geçmişte de böyleydi. Bir yazar hem hikâye
hem de roman yazmışsa daha ziyade ‘romancı’ kimliği öne çıkarılır, hikâyeciliği
es geçilirdi. Hâlbuki bazen kısa bir hikâye yazmak, geniş bir romanı kaleme
almaktan da zor olabiliyor.
TRT Türk’te dün, eserleriyle topluma ve insana ayna tutan
Bahaeddin Özkişi’nin anlatıldığı “Bize Kalan” programı vardı. Meliha Öz sordu.
Merhum yazarımızın torunu Elif İlalan, akademisyen Nazire Erbay ve ben cevap
verdik. Yazarımızı bugün de vefatının 49. Yıldönümü münasebetiyle
Eyüpsultan’da Yeni Dünya Vakfı’nda rahmetle anacağız. Bahaeddin Özkişi hem iyi
bir romancı hem de seviyeli bir hikâyecidir. Hatta rahmetli yazarımız, edebiyat
konağına hikâye kapısından girmiş, sonra roman salonuna yönelmiştir. Köse Kadı, Uçtaki Adam ve Sokakta
isimli romanlara imza atan kıymetli yazarımız, önce Bir Çınar Vardı isimli kitabında hikâyelerini toplamış ve 1959
yılında yayımlamıştır. Vakit Matbaası’nda basılan eser, yirmi dokuz kısa hikâye
ve bir ithaf olmak 30 bölümden meydana geliyordu. Bu metinlerin bir kısmı
deneme niteliğinde ve kısaydı. Yazarımız kitabı
muhtemelen kendi imkânlarıyla bastırmıştı. Çünkü herhangi bir yayınevinin adını
görmüyoruz. İlk kısa hikâyenin altındaki tarih ise 12 Ağustos 1955. 52 sayfadan
oluşan mütevazı ve sade bir kitap. Yazar, 1960-1969.yılları arasında yazdığı
hikâyeleri ise kitap hâlinde bastırmaz. Akbaba
dergisinde, mizahi hikâyeleri yayımlanmıştır.
GÖÇ ZAMANI
Bahaeddin Özkişi,
1970-75 yılları arasında romanlarını kaleme alırken ilk kitabının dışındaki
diğer hikâyelerini, yeniden elden geçirip ilavelerle Göç Zamanı adlı kitapta topladı. Yazarımızın
ustalık dönemi hikâyelerinden meydana gelen bu kitabı 1975’te yayımlanır.
Yazar, bir ölümü anlattığı “Göç Zamanı” hikâyesinin kitaba adını verdiği bu
eserin basıldığı gün vefat etti. Hazin bir tecellidir ki hikâyedeki “münadi”,
bu sefer yazarımızı öte âleme çağırmıştır. Yazarın sıcak bir üslup ile kaleme
aldığı ustalık eseri bu kitabın yeni baskıları defalarca yapıldı. Hikâyelerin
temel özelliği ise, belli bir çevre ile sınırlı olmayışıdır. Konularını çok
değişik muhitlerden almakta ve hepsinde de aynı sıcaklığa ve derinliğe
ulaşmaktadır. Eser, Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın ‘Başarı Ödülü’ne lâyık görüldü.
Yazarımızın bütün eserleri Ötüken Neşriyat tarafından edebiyat ve kültür
hayatımıza kazandırıldı.
HECE’NİN HİKÂYELERİ
Hece
Yayınları, hikâyeye önem veren seçkin bir yayın kuruluşudur. Mustafa Uçurum’un Koca Dünyaya Küçük Öyküler, Mahir
Nakip’in Muhacir Kuşlar, Ethem
Erdoğan’ın Hastalıklı Hikâyeler ve
Birgül Yangın Aslanoğlu’nun Gün Dönende
isimli hikâye kitaplarında bizim insanımızın ruh âlemine ve kalp dünyasına
dokunuluyor. Anlatılan hikâyelerde Anadolu’muzun güzel iklimi dile geliyor.
Zihin dünyamızın muhtelif meseleleri, küçük dokunuşlarla ele alınıyor. Okuyucu,
dile gelen hikâyelerde umumiyetle kendisini ve gerçekleri görüyor. Sevinçleri
acılarıyla, mutlulukları tasalarıyla, kederleri ve saadetleriyle insanımızın
hâllerine şahit oluyoruz. İnsanoğlunun hayat karşısındaki endişelerini ve
bunların dışa yansımalarını hikâyeler boyunca takip ediyoruz. Önce şunu
belirtmek lazım. Yazılanlar hayali değil sahici hikâyelerdir. Belki yazarlarımızın
başlarından geçen hadiselerden esinlenerek kaleme alınmıştır kimisi. Belki de
duyulmuş, işitilmiş vakalar manzumesidir, bilemiyoruz. Ama bütününe
baktığımızda bize inandırıcı geliyor. Hikâye türünü sahiplenen ve ona geniş
alan açan yayınevi, ayrıca hikâye antolojileri ile de bu sahaya meraklı
olanların ihtiyaçlarını da karşılıyor. Mesela Hüsein Mehmet’in hazırladığı Günümüz Batı Trakya Türkleri Öyküsü son
derece önemli, verimli ve gerekli bir çalışma olarak göz dolduruyor. Batı
Trakya Türkleri arasında edebiyat alanında yetişmiş ve hikâyede derinleşmiş
olan isimleri tanımak büyük önem arz ediyor. Zira milletler gibi topluluklar da
kendi kültürleriyle yaşar, edebiyatlarıyla ayakta dururlar. Kardeş yazarlarla,
iyi hikâyecilerini okurken tanışmak sizi sevindirecektir. Bir diğer antolojiyi
Esma D. Hasan, Günümüz Yunan Öyküsü
adıyla hazırlamış. Ve Öyküler Masallar
kitabı... Yevgeni Ivanoviç Zamyatin’in bu hikâye ve masallarını da Birsen
Karaca Türkçeye aktarmış.
ÇOBAN
YILDIZI
Türler
arasında ayırım yapılmaz. Emek verilmiş bütün edebî eserler insanın ufkunu
açar. Deneme kitapları da keza öyledir. Ali Göçer’in Çoban Yıldızı’nı severek okudum. Deneme tadındaki bu hatırat, bir
bakıma merhum edibimiz ve şairimiz Nuri Pakdil’in büyük dünyasına renkli,
zevkli ve istifadeli bir yolculuktur. Zaten yazar da kitabın ikinci başlığı
olarak “Nuri Pakdil Üzerine Yazılar” başlığını atmış. Daha okul yıllarında iken
Edebiyat dergisini 15 yıl boyunca
takip eden ve daha sonra Nuri Pakdil ile tanışan, sonra askerliği sırasında ‘ev
arkadaşlığı’ dahi yapan Ali Göçer, ustanın az bilinen veya bilinmeyen yönlerini
bize açıyor. Sadece iyi bir şair ve yazar olarak değil onu büyük bir dava,
fikir ve ideal adamı olarak daha ziyade sevmemizi de sağlıyor. Prensiplerinden
taviz vermeyen muhteşem bir iradenin sahibi ve olağanüstü sağlamlıkla bir
karakter abidesi… Pakdil’in İstanbul’da iken oturduğu sokağın ismi, eserin
adına ilham olmuş: Çoban Yıldızı.
Aslında edibimizin misyonuna da uygun bir kavram: Öncü, gözü pek, kahraman,
kılavuz ve seçkin bir inanç insanı. Daha önce duymadığım ve kitapta hayranlıkla
okuduğum şu tespit, büyük bir Türkoloğun basiretini ve ferasetini apaçık bize
gösteriyor: “1970’lerin ünlü İtalyan Türkoloğu Prof. Anna Masala’nın Nuri
Pakdil için söylediği kayda girmemiş bir sözü vardır: Nuri Pakdil’i Türk
toplumu 2000 yılında sonra anlayacaktır.” Ali Göçer, “İlk Karşılaşma”da üstatla
yüz yüze görüşmenin tatlı heyecanını önce kendisi yaşıyor, sonra da bize
yaşatıyor. Engin gönüllü Pakdil’in insani hâlleri, doğrusu tam Müslümanca.
‘Nuri abi’ İslam’a tam inandı, Müslümanca yaşadı ve bu yaşayışın hakkını dolu
dolu verdi. Bilhassa dostlarının ve çevresindeki gençlerin hastalıklarıyla
yakından alakadar olması, onları sık sık ziyaret etmesi vefa duygusunu zirvede
yaşadığını gösteriyor. Nuri Pakdil’in büyük şehirlere, bilhassa İstanbul’a
atfettiği ehemmiyet, bizi şaşırtıyor. Aslında bu duruş, düşünürümüzün diğer
İslam şehirlerine gösterdiği büyük sevginin bir benzeridir. Onun kutlu ve
vazgeçilmez şehirleri vardır. Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul bu şehirler arasındadır.
Bir medeniyet bakışını bize hatırlatan Pakdil’in özgün düşünceleriyle bezenmiş
olan Çoban Yıldızı’nı okumaya
başladığınızda elinizden bırakamayacaksınız. “Çalar Saat” bölümünde muhteşem ve
göz kamaştırıcı bir İstanbul-Ankara mukayesesi vardır ki muhakkak okunmalıdır.
En azından şu satırları atlayamayız: “Beş yüz yıla yakın bir süre devletimize
başkentlik yapmış, her sokağı medeniyetimizin izlerini taşıyan ve hepsinden
önemlisi Peygamberimizin övgüsünü almış bir kentin yanında Ankara’nın sözü bile
olamazdı.” Bir de Nuri Pakdil’in yoldaki izleri, yürüyüşleri ve bu atılan
adımlar arasındaki hissedişleri, düşünüşleri vardır ki onları da Ali Göçer’in
usta kaleminden okumak gerek. Diğer deneme kitabı olan Yol ve Yolculuk Yazıları’nın yazarı Celal Türer’dir. Yollar,
yolcular ve yolculuklar hakkında derinlikli ve incelikli sayfalar okudum
kitapta. Bu vadide yazılanlardan birkaç satırı ise şöyle: “Yolda olduğumuzu
hiçbir zaman unutmamak gerek. Gerçekten hayat unutuş ve hatırlayışlardan
ibarettir. Hatırladığımız kadar var olmaktayız. Hayatın gizlerine doğru
yürümenin sınırsız, bitimsiz yolları olduğunu unutmamamız gerek.” Kitabın
“Okumaya Yolculuk” bölümünde ise şu satırlar bize tebessüm ediyor: “Okumayı
öğrenmek hiç şüphe yok ki düşünmeyi de öğrenmektir. Okumak, hayatı inceleyerek
kazandığımız bir eylem olduğuna göre, bu durum bizi düşünmeye ve nasıl
düşünüleceğini öğrenmeye de sevk eder. Okuyan insanın söyleyecek bir sözü
vardır. Bu durum ise onu düşünmeye ve düşündüklerini bir süzgeçten geçirmeye
iter.” Gezen, düşünen ve okuyan kişi nasibinde varsa yazmaya da başlar. Celal
Türer bu konuda da şunları söylüyor: “Yazmak bir keşif yolculuğudur. Bir bakıma
insanın kendisiyle konuşması, kendisiyle hesaplaşmasıdır. Bu konuşma ya da
hesaplaşma bazen bir ihtiyaç, bazen de bir zorunluluk olarak tezahür ederken,
insanı yazmaya mecbur bırakan bir oluşumu (ben kimim) ya da bir arayışı
(varoluş gayesi) yansıtır.”
BENİM
ELAZİZ’İM
Değerli
sosyologlarımızdan Prof. Dr. Ergün Yıldırım, geçenlerde “İstanbul Sohbetleri”
toplantısında dinleyicilerine nefis bir ziyafet çekti. O muhtevalı konuşmanın ardından
yeni yayımlanan bir eseri, gözümü ve gönlümü okşadı: Benim Elaziz’im. Yazarımız, bu hatıratına “Bir Sosyoloji Masalı”
alt başlığını ilave etmiş. Niçin saklayalım. Bazı bilim adamlarımızın dili
ağır, üslupları çetrefellidir. Okurken zorlanır, hatta yorulursunuz. Ama Ergün Yıldırım
bir edebiyatçı kisvesiyle sizi Anadolu’muzun bu tılsımlı, renkli, çekici ve
üstün şehrin eski hâllerinde dolaştırıyor. Yazarımız daha birinci sayfanın ilk
satırlarında “sebeb-i telif” diyebileceğimiz bir izahatta bulunuyor. Doğrusu bu
hatırat aynı zamanda bir şehrengizdir. Elazığ şehrimizin büyülü yerlerini,
güzelliklerini, insanlarının hususiyetlerini bize aşikâr bir şekilde ayna gibi yansıtıyor.
Benim Fethi Gemuhluoğlu, Ahmet Kabaklı ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
vesilesiyle çok sevdiğim ve askerliğimi de bu havalide yaptığım aziz şehri, itiraf
edeyim ki kıymetli dostum bana daha çok sevdirdi. Bu muhabbetin esbabına kulak
verelim: “Geleneğimizde insanlar memleketleriyle anılırlar. Ankaravi,
İstanbuli, Erzurumi, Mısri… Ben de Harputi olarak anılmak isterdim. Belki de
anılan ünlü isimlere öykünmemden kaynaklanıyor bu isteğim. Yine de memleketiyle
anılmanın büyük bir anlamı var. Harputi olmak, Harput’un varlığında dünyaya
gelmektir. O varlıkta zamanın ruhuna bürünmektir. Gözlerini ışığa bu topraklarda
açmaktır. Güneşi, yıldızları ve mavi gökyüzünü burada tanımaktır. Seslerin,
kokuların ve renklerin içinde pişerek benliğe kavuşmaktır. Bu nedenle benim
için Harputlu olmak dünyalı olmaktır.” Ergün Bey, her şeyi söylemiş, daha ne
desin? Bu istek aslında insanoğlunun ruhunda var olan tabii bir hâl değil
midir? Rahmetli Ahmet Kabaklı asla Elazığ demez, şehrimize Elaziz diye hitap
ederdi. Yıldırım da bu güzel geleneği samimiyetle yaşatıyor ve azizlerin
yurduna dikkatimizi çekiyor. Elaziz, delileri velileriyle, çarşı pazarıyla,
camileri türbeleriyle, şeyhleri erenleriyle, çeşmeleri sinemalarıyla velhasıl
bütün hüviyetiyle bu eserde arz-ı endam ediyor.
İyi ki
Ankara’da Hece Yayınları var. Bize hem seçkin eserleri hem de okunan dergileri
armağan ediyor. Yayınevinin diğer dört kitabı ve yazarları şöyle: Kekemelerin Alacağı Var Dilden (Tunay
Özer), Bir Yoğun Bakım Doktorunun Anıları
(Ebru Azapağası), Edebî İzlenimcilik
Bağlamında Tarasconlu Tartarın’den Araba Sevdası’na Yansımalar (Esra
Sazyek), Ake; Bir Edebiyat Devinin
Çocukluk Yılları (Wole Soyınka-Türkçesi: Sel Erensal). Hece, edebiyatımızın
Ankara’daki sesi ve nefesi olmaya devam ediyor. Kutluyorum.