Dolar (USD)
34.49
Euro (EUR)
36.40
Gram Altın
2961.46
BIST 100
9340.6
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
10 Kasım 2024

​Yazarların Anlattığı Bizim Hikâye'miz

Dünyada büyük felâketler ve acılar yaşanırken yazarlarımızın hikâyelerinde anlattığı, aslında bizim hikâyemiz. Bugün yaşanan dramlar da elbette yazılıp geleceğe bırakılacak.

Bir ara roman türünün baskın bir şekilde öne çıktığı sıralarda daha kadim bir özelliğe sahip olan hikâyemiz gölgede kalmıştı. Hatta bazı yayıncılar hikâyecilere, “Roman yazın basalım ama hikâye kitaplarına dönüp bakan yok.” diyebiliyordu. Şimdi yayın dünyamızda sıklıkla çok iyi hikâye kitaplarının yayımlanması, edebiyatımızın bu türüne olan okuyucu ilgisini de arttırdı. Geçmişte de böyleydi. Bir yazar hem hikâye hem de roman yazmışsa daha ziyade ‘romancı’ kimliği öne çıkarılır, hikâyeciliği es geçilirdi. Hâlbuki bazen kısa bir hikâye yazmak, geniş bir romanı kaleme almaktan da zor olabiliyor.

TRT Türk’te dün, eserleriyle topluma ve insana ayna tutan Bahaeddin Özkişi’nin anlatıldığı “Bize Kalan” programı vardı. Meliha Öz sordu. Merhum yazarımızın torunu Elif İlalan, akademisyen Nazire Erbay ve ben cevap verdik. Yazarımızı bugün de vefatının 49. Yıldönümü münasebetiyle Eyüpsultan’da Yeni Dünya Vakfı’nda rahmetle anacağız. Bahaeddin Özkişi hem iyi bir romancı hem de seviyeli bir hikâyecidir. Hatta rahmetli yazarımız, edebiyat konağına hikâye kapısından girmiş, sonra roman salonuna yönelmiştir. Köse Kadı, Uçtaki Adam ve Sokakta isimli romanlara imza atan kıymetli yazarımız, önce Bir Çınar Vardı isimli kitabında hikâyelerini toplamış ve 1959 yılında yayımlamıştır. Vakit Matbaası’nda basılan eser, yirmi dokuz kısa hikâye ve bir ithaf olmak 30 bölümden meydana geliyordu. Bu metinlerin bir kısmı deneme niteliğinde ve kısaydı. Yazarımız kitabı muhtemelen kendi imkânlarıyla bastırmıştı. Çünkü herhangi bir yayınevinin adını görmüyoruz. İlk kısa hikâyenin altındaki tarih ise 12 Ağustos 1955. 52 sayfadan oluşan mütevazı ve sade bir kitap. Yazar, 1960-1969.yılları arasında yazdığı hikâyeleri ise kitap hâlinde bastırmaz. Akbaba dergisinde, mizahi hikâyeleri yayımlanmıştır.

GÖÇ ZAMANI

Bahaeddin Özkişi, 1970-75 yılları arasında romanlarını kaleme alırken ilk kitabının dışındaki diğer hikâyelerini, yeniden elden geçirip ilavelerle Göç Zamanı adlı kitapta topladı. Yazarımızın ustalık dönemi hikâyelerinden meydana gelen bu kitabı 1975’te yayımlanır. Yazar, bir ölümü anlattığı “Göç Zamanı” hikâyesinin kitaba adını verdiği bu eserin basıldığı gün vefat etti. Hazin bir tecellidir ki hikâyedeki “münadi”, bu sefer yazarımızı öte âleme çağırmıştır. Yazarın sıcak bir üslup ile kaleme aldığı ustalık eseri bu kitabın yeni baskıları defalarca yapıldı. Hikâyelerin temel özelliği ise, belli bir çevre ile sınırlı olmayışıdır. Konularını çok değişik muhitlerden almakta ve hepsinde de aynı sıcaklığa ve derinliğe ulaşmaktadır. Eser, Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın ‘Başarı Ödülü’ne lâyık görüldü. Yazarımızın bütün eserleri Ötüken Neşriyat tarafından edebiyat ve kültür hayatımıza kazandırıldı.

HECE’NİN HİKÂYELERİ

Hece Yayınları, hikâyeye önem veren seçkin bir yayın kuruluşudur. Mustafa Uçurum’un Koca Dünyaya Küçük Öyküler, Mahir Nakip’in Muhacir Kuşlar, Ethem Erdoğan’ın Hastalıklı Hikâyeler ve Birgül Yangın Aslanoğlu’nun Gün Dönende isimli hikâye kitaplarında bizim insanımızın ruh âlemine ve kalp dünyasına dokunuluyor. Anlatılan hikâyelerde Anadolu’muzun güzel iklimi dile geliyor. Zihin dünyamızın muhtelif meseleleri, küçük dokunuşlarla ele alınıyor. Okuyucu, dile gelen hikâyelerde umumiyetle kendisini ve gerçekleri görüyor. Sevinçleri acılarıyla, mutlulukları tasalarıyla, kederleri ve saadetleriyle insanımızın hâllerine şahit oluyoruz. İnsanoğlunun hayat karşısındaki endişelerini ve bunların dışa yansımalarını hikâyeler boyunca takip ediyoruz. Önce şunu belirtmek lazım. Yazılanlar hayali değil sahici hikâyelerdir. Belki yazarlarımızın başlarından geçen hadiselerden esinlenerek kaleme alınmıştır kimisi. Belki de duyulmuş, işitilmiş vakalar manzumesidir, bilemiyoruz. Ama bütününe baktığımızda bize inandırıcı geliyor. Hikâye türünü sahiplenen ve ona geniş alan açan yayınevi, ayrıca hikâye antolojileri ile de bu sahaya meraklı olanların ihtiyaçlarını da karşılıyor. Mesela Hüsein Mehmet’in hazırladığı Günümüz Batı Trakya Türkleri Öyküsü son derece önemli, verimli ve gerekli bir çalışma olarak göz dolduruyor. Batı Trakya Türkleri arasında edebiyat alanında yetişmiş ve hikâyede derinleşmiş olan isimleri tanımak büyük önem arz ediyor. Zira milletler gibi topluluklar da kendi kültürleriyle yaşar, edebiyatlarıyla ayakta dururlar. Kardeş yazarlarla, iyi hikâyecilerini okurken tanışmak sizi sevindirecektir. Bir diğer antolojiyi Esma D. Hasan, Günümüz Yunan Öyküsü adıyla hazırlamış. Ve Öyküler Masallar kitabı... Yevgeni Ivanoviç Zamyatin’in bu hikâye ve masallarını da Birsen Karaca Türkçeye aktarmış.

ÇOBAN YILDIZI

Türler arasında ayırım yapılmaz. Emek verilmiş bütün edebî eserler insanın ufkunu açar. Deneme kitapları da keza öyledir. Ali Göçer’in Çoban Yıldızı’nı severek okudum. Deneme tadındaki bu hatırat, bir bakıma merhum edibimiz ve şairimiz Nuri Pakdil’in büyük dünyasına renkli, zevkli ve istifadeli bir yolculuktur. Zaten yazar da kitabın ikinci başlığı olarak “Nuri Pakdil Üzerine Yazılar” başlığını atmış. Daha okul yıllarında iken Edebiyat dergisini 15 yıl boyunca takip eden ve daha sonra Nuri Pakdil ile tanışan, sonra askerliği sırasında ‘ev arkadaşlığı’ dahi yapan Ali Göçer, ustanın az bilinen veya bilinmeyen yönlerini bize açıyor. Sadece iyi bir şair ve yazar olarak değil onu büyük bir dava, fikir ve ideal adamı olarak daha ziyade sevmemizi de sağlıyor. Prensiplerinden taviz vermeyen muhteşem bir iradenin sahibi ve olağanüstü sağlamlıkla bir karakter abidesi… Pakdil’in İstanbul’da iken oturduğu sokağın ismi, eserin adına ilham olmuş: Çoban Yıldızı. Aslında edibimizin misyonuna da uygun bir kavram: Öncü, gözü pek, kahraman, kılavuz ve seçkin bir inanç insanı. Daha önce duymadığım ve kitapta hayranlıkla okuduğum şu tespit, büyük bir Türkoloğun basiretini ve ferasetini apaçık bize gösteriyor: “1970’lerin ünlü İtalyan Türkoloğu Prof. Anna Masala’nın Nuri Pakdil için söylediği kayda girmemiş bir sözü vardır: Nuri Pakdil’i Türk toplumu 2000 yılında sonra anlayacaktır.” Ali Göçer, “İlk Karşılaşma”da üstatla yüz yüze görüşmenin tatlı heyecanını önce kendisi yaşıyor, sonra da bize yaşatıyor. Engin gönüllü Pakdil’in insani hâlleri, doğrusu tam Müslümanca. ‘Nuri abi’ İslam’a tam inandı, Müslümanca yaşadı ve bu yaşayışın hakkını dolu dolu verdi. Bilhassa dostlarının ve çevresindeki gençlerin hastalıklarıyla yakından alakadar olması, onları sık sık ziyaret etmesi vefa duygusunu zirvede yaşadığını gösteriyor. Nuri Pakdil’in büyük şehirlere, bilhassa İstanbul’a atfettiği ehemmiyet, bizi şaşırtıyor. Aslında bu duruş, düşünürümüzün diğer İslam şehirlerine gösterdiği büyük sevginin bir benzeridir. Onun kutlu ve vazgeçilmez şehirleri vardır. Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul bu şehirler arasındadır. Bir medeniyet bakışını bize hatırlatan Pakdil’in özgün düşünceleriyle bezenmiş olan Çoban Yıldızı’nı okumaya başladığınızda elinizden bırakamayacaksınız. “Çalar Saat” bölümünde muhteşem ve göz kamaştırıcı bir İstanbul-Ankara mukayesesi vardır ki muhakkak okunmalıdır. En azından şu satırları atlayamayız: “Beş yüz yıla yakın bir süre devletimize başkentlik yapmış, her sokağı medeniyetimizin izlerini taşıyan ve hepsinden önemlisi Peygamberimizin övgüsünü almış bir kentin yanında Ankara’nın sözü bile olamazdı.” Bir de Nuri Pakdil’in yoldaki izleri, yürüyüşleri ve bu atılan adımlar arasındaki hissedişleri, düşünüşleri vardır ki onları da Ali Göçer’in usta kaleminden okumak gerek. Diğer deneme kitabı olan Yol ve Yolculuk Yazıları’nın yazarı Celal Türer’dir. Yollar, yolcular ve yolculuklar hakkında derinlikli ve incelikli sayfalar okudum kitapta. Bu vadide yazılanlardan birkaç satırı ise şöyle: “Yolda olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak gerek. Gerçekten hayat unutuş ve hatırlayışlardan ibarettir. Hatırladığımız kadar var olmaktayız. Hayatın gizlerine doğru yürümenin sınırsız, bitimsiz yolları olduğunu unutmamamız gerek.” Kitabın “Okumaya Yolculuk” bölümünde ise şu satırlar bize tebessüm ediyor: “Okumayı öğrenmek hiç şüphe yok ki düşünmeyi de öğrenmektir. Okumak, hayatı inceleyerek kazandığımız bir eylem olduğuna göre, bu durum bizi düşünmeye ve nasıl düşünüleceğini öğrenmeye de sevk eder. Okuyan insanın söyleyecek bir sözü vardır. Bu durum ise onu düşünmeye ve düşündüklerini bir süzgeçten geçirmeye iter.” Gezen, düşünen ve okuyan kişi nasibinde varsa yazmaya da başlar. Celal Türer bu konuda da şunları söylüyor: “Yazmak bir keşif yolculuğudur. Bir bakıma insanın kendisiyle konuşması, kendisiyle hesaplaşmasıdır. Bu konuşma ya da hesaplaşma bazen bir ihtiyaç, bazen de bir zorunluluk olarak tezahür ederken, insanı yazmaya mecbur bırakan bir oluşumu (ben kimim) ya da bir arayışı (varoluş gayesi) yansıtır.”

BENİM ELAZİZ’İM

Değerli sosyologlarımızdan Prof. Dr. Ergün Yıldırım, geçenlerde “İstanbul Sohbetleri” toplantısında dinleyicilerine nefis bir ziyafet çekti. O muhtevalı konuşmanın ardından yeni yayımlanan bir eseri, gözümü ve gönlümü okşadı: Benim Elaziz’im. Yazarımız, bu hatıratına “Bir Sosyoloji Masalı” alt başlığını ilave etmiş. Niçin saklayalım. Bazı bilim adamlarımızın dili ağır, üslupları çetrefellidir. Okurken zorlanır, hatta yorulursunuz. Ama Ergün Yıldırım bir edebiyatçı kisvesiyle sizi Anadolu’muzun bu tılsımlı, renkli, çekici ve üstün şehrin eski hâllerinde dolaştırıyor. Yazarımız daha birinci sayfanın ilk satırlarında “sebeb-i telif” diyebileceğimiz bir izahatta bulunuyor. Doğrusu bu hatırat aynı zamanda bir şehrengizdir. Elazığ şehrimizin büyülü yerlerini, güzelliklerini, insanlarının hususiyetlerini bize aşikâr bir şekilde ayna gibi yansıtıyor. Benim Fethi Gemuhluoğlu, Ahmet Kabaklı ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu vesilesiyle çok sevdiğim ve askerliğimi de bu havalide yaptığım aziz şehri, itiraf edeyim ki kıymetli dostum bana daha çok sevdirdi. Bu muhabbetin esbabına kulak verelim: “Geleneğimizde insanlar memleketleriyle anılırlar. Ankaravi, İstanbuli, Erzurumi, Mısri… Ben de Harputi olarak anılmak isterdim. Belki de anılan ünlü isimlere öykünmemden kaynaklanıyor bu isteğim. Yine de memleketiyle anılmanın büyük bir anlamı var. Harputi olmak, Harput’un varlığında dünyaya gelmektir. O varlıkta zamanın ruhuna bürünmektir. Gözlerini ışığa bu topraklarda açmaktır. Güneşi, yıldızları ve mavi gökyüzünü burada tanımaktır. Seslerin, kokuların ve renklerin içinde pişerek benliğe kavuşmaktır. Bu nedenle benim için Harputlu olmak dünyalı olmaktır.” Ergün Bey, her şeyi söylemiş, daha ne desin? Bu istek aslında insanoğlunun ruhunda var olan tabii bir hâl değil midir? Rahmetli Ahmet Kabaklı asla Elazığ demez, şehrimize Elaziz diye hitap ederdi. Yıldırım da bu güzel geleneği samimiyetle yaşatıyor ve azizlerin yurduna dikkatimizi çekiyor. Elaziz, delileri velileriyle, çarşı pazarıyla, camileri türbeleriyle, şeyhleri erenleriyle, çeşmeleri sinemalarıyla velhasıl bütün hüviyetiyle bu eserde arz-ı endam ediyor.

İyi ki Ankara’da Hece Yayınları var. Bize hem seçkin eserleri hem de okunan dergileri armağan ediyor. Yayınevinin diğer dört kitabı ve yazarları şöyle: Kekemelerin Alacağı Var Dilden (Tunay Özer), Bir Yoğun Bakım Doktorunun Anıları (Ebru Azapağası), Edebî İzlenimcilik Bağlamında Tarasconlu Tartarın’den Araba Sevdası’na Yansımalar (Esra Sazyek), Ake; Bir Edebiyat Devinin Çocukluk Yılları (Wole Soyınka-Türkçesi: Sel Erensal). Hece, edebiyatımızın Ankara’daki sesi ve nefesi olmaya devam ediyor. Kutluyorum.