Yazarlardan Ramazana Adanmış Harika Nesirler
Kimisi Ramazanı anarken pideyi hatırlar, kimisi de hurmayı. Elbette bu ayın kendine özgü yemekleri, tatlıları ve diğer maddi nimetleri var. Ama Ramazan, öncelikle bir ibadet, tövbe, zikir ve muhasebe ayıdır.
Ramazan bütünüyle bir şölendir. Her meslek erbabı kendi nasibi ölçüsünce bu mübarek günlerin kıymetini bilir ve değerlendirir. Geçen hafta şairlerimizin Ramazana ithaf ettikleri ve bu kutsal günleri terennüm ettikleri şiirlerini ele almıştık. Bu yazımızda da yazarlarımızın Ramazan-ı Şerif’e adanmış nesirlerine bakacağız.
Arife günü ile başlayan tatlı heyecan Ramazan ayı boyunca süregelmiştir. Yapılan dualar ve edilen ibadetler, bu ayın bir manevi şölen havası içinde geçmesini sağlamıştır. Kimisi Ramazanı anarken pideyi hatırlar, kimisi de hurmayı. Elbette bu ayın kendine özgü yemekleri, tatlıları ve diğer maddi nimetleri var. Ama Ramazan, öncelikle bir ibadet, tövbe, zikir ve muhasebe ayıdır.
Nitekim bazı yazarlar Ramazan’ın dış yüzüyle ilgilenirken manevi yönü güçlü muharrirler ise oruçlu günlerin özüne inmiş ve bu mübarek ayın bize anlattıklarını ve hatırlattıklarını yazdıklarında dile getirmişlerdir. Şüphesiz Ramazan’ın teravih namazı, türbelere gidiş, mezarlıklara uğrayış, akraba ve komşulara ziyaret gibi -koronavirüsü dolayısıyla mahrum olduğumuz- bazı güzellikleri de vardı. Onları bugünlerde yerine getiremiyoruz. Ama tekne orucu gibi gelenekleri pekâlâ yaşatabiliriz. Çocuklarımıza yarım günlük oruçlar tutturabiliriz. Böylece bu manevi iklimi, orucun manevi güzelliğini tatmalarını bu şeklide sağlayabiliriz.
Nesirde de dile geldi
Ramazan yalnızca şairlerin mısralarında dile gelmiş değil. Hikâye ve romancılarımız da Ramazan’ın uhrevî havasını, mistik atmosferini yazı ve hatıralarında anlatmışlardır. Bunlar arasında Ahmet Rasim, Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey, Musahipzâde Celâl, Sermet Muhtar Alus, Refik Halit Karay, Ruşen Eşref Ünaydın, Refii Cevat Ulunay, Sâmiha Ayverdi, Malik Aksel, Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Refik, M. Halit Bayrı, Halit Fahri Ozansoy, Münevver Ayaşlı ve Mithat Sertoğlu gibi isimler ilk anda akla geliverenler. Halide Edib Adıvar da çocukluğunda ailece gittikleri teravih namazlarını unutmaz ve çocukluğunu anlattığı Mor Salkımlı Ev’de bu ibadetleri hasretle yâd eder. Yazar daha sonra kaleme alacağı hatıralarında şu satırlara yer verir: “Süleymaniye’ye uzun yıllar gitmedim. Etraftaki müze ve imareti gezdiğim zaman dahi Süleymaniye’ye girsem o ilk teravihde ruhuma çarpan ilâhî hatıranın kaybolmasından korktum.”
Ramazanın Edebiyatımıza Yansıması
Eski edebiyatımızda, sosyal konulara geniş yer verilmiştir. Eski hayatımızın bütün zenginliği ve çeşitliliğinin yanında Ramazan gelenekleri, oruçla ilgili âdetler, fıkralar, hatıralar ve diğer metinler, söz ve davranışlar, hayatın aynası durumundaki edebiyatımızda da derin yankılar bulmuştur. Ramazan ayı, eski kültürümüzde dinî görevlerin yerine getirildiği kutsal bir ay olduğu kadar, temaşa sanatımıza ve edebiyat hayatımıza kazandırdığı zenginliklerle de önemli bir yere sahiptir. Süheyl Ünver, Ramazan’la birlikte yaşanan olumlu değişimi “Ramazan Medeniyeti” olarak adlandırır. Cenap Şehabettin ise bu kutsal ayın “şetaret-i milliye” yani “milli mutluluk”la dolu olduğunu belirtir. Sunacağımız birkaç kısa yazı, edebiyatçılarımızın gözündeki ve gönlündeki Ramazanı gösteriyor.
Bazı yazarlarımızın bu mübarek ayla ilgili duygu, düşünüş ve hatıraları özetle şöyle:
Ahmet RASİM: Eski zaman Ramazanlarında, iftara gidilen yerlerde misafirlere hediye olarak verilen para için ‘diş kirası’ deyimi kullanılırdı. 1908 Temmuz’una kadar vükela ve ricalin konaklarında iftar yapılması, her akşam gelecek misafirlere yemek ikram edilmekle beraber, fukara takımına diş lirası adıyla para verilmesi ve bütün memurların, büyükten küçüğe doğru amirlerinin iftarına gitmesi zaruri idi. Adeta yarı resmi bir anlam kazanmış olan bu ziyaretlerin yapılmaması, teveccühten düşmeye kadar götürürdü. Açgözlü insanlar da bundan faydalanarak tanıdığı veya tanımadığı konağın kapısını çalıp, selam vererek sofraya çökerdi. Meşrutiyet’ten sonra davetsiz iftarlara gitmek, gidilen yerlerde diş kirası almak âdeti kendiliğinden kalktı!
Ercüment Ekrem TALU: Merhaba ya Şehr-i Ramazan, merhaba! Ey imana kuvvet veren, gönüllerden kederleri silip götüren, âti (gelecek) için ümitler bahşeden ulvî, kudsî, samimî ay! Safa geldin ya Şehr-i Ramazan! Hem bu sene inşaallah bize safalar, büyük safalar getirdin. Yıllardan beridir, âlem-i İslâm’ın kalb-i münkesir (kırılmış kalp) ve ruh-ı münfailinden (kederli ruhundan) kopup bârgâh-ı ulûhiyete (Rabbin huzuruna) yükselen iştika âvâzeleri (titreyen sesleri), merhamet tazarruları nezd-i kibriyâda makbul ve müstecâb oldu. Büyük küçük, cümle muvahhidin kalbinde bizim için, hayli vakittir mazlum ve mağdur olan İslam âlemi için zaferler, haberler, müjdeler getirdiğine dair kavi bir iman var.
Halit Fahri OZANSOY: Şu anda kendimi, o çocukluğumda Eyüpsultan Camii’nin avlusunda görür gibiyim. Şadırvanda abdest tazeleyenlerin etrafında, namaz saatini bekleyerek toplanmış olan ne muhteşem bir kalabalık vardı. Biz çocuklar hacı baba leylekleri hayran hayran seyreder, güvercinlere avuç avuç yem atardık. Ya şimdi? Yine bir kandil günü camiyi ve türbeyi ziyarete gitmiştim. Avlu, ramazanlarda, cuma günlerinde olduğu gibi, öyle kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmeyecek. Yine şadırvandan akan sular, yine güvercinler, yine leylekler ve koşuşan çocuklar.
Halide Edib ADIVAR: Akşam namazını acele ile evde kıldıktan sonra sütbaba elindeki feneri sallayarak ve bir omuzuna beni yerleştirerek bacı ile şakalaşarak tekrar Süleymaniye'ye teravih namazı kılmak için gittik. Sokaklar hareket halinde yüzlerce fenerle doluydu. Kalabalık bir ateş böceği kafilesi halinde hareket ve minarelerden “Allahuekber, Allahuekber” nidâları havaya yayılıyordu. Kadınlar yukarıda galeride idiler. Nevres Bacı beni kadın sıralarının arasına sıkıştırdığı an birdenbire “Sallu âlâ Muhammed” nidası, yerdeki insanlardan havayı ayağa kaldırdı. Bir tek ses, imamın sesi, her hareketi idare ediyor. Her hareket muazzam ve karışık bir ahenkle tek falso yapmadan bir hareket senfonisi halinde birbirini takip ediyor. Mütemadi bir ışıltı bu insan kütlesinin kalktığını, eğildiğini alınlarının seccadeye kapandığını görüyor ve işitiyorsunuz. Nihayet her şey sükût. Bana bu hareket ebediyen devam edecek hissini verdiği an birdenbire herkes dizlerinin üzerinde kaldı, içlerinden kopup gelen, bir ağızdan havayı sarsan “Amin, Amin” korosu o muazzam kubbeye çarptı durdu. Camiden çıktık.
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR: İlk orucumu dokuz yaşında tuttum. Bu da ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biridir. Oruç ben yaşta çocukların ifasına tahammül edemedikleri büyük sevaptır. Eğer bir gün tutmaya dayanabilirsem hacı ninem büyük babamın anası, bu orucu benden bir mecidiyeye satın alacaktı Çünkü küçüklerin oruçları büyüklerinkinden daha makbul olduğunu söylüyordu. Ben yirmi kuruşun, bu büyük kazancın tamahıyla tutmaya karar verdim. Fakat büyük validemle teyzem: “Zayıftır, dayanamaz” itirazında bulunuyorlar, yalvarıyordum, yakarıyordum beni sahura kaldırmıyorlardı. Kaldırsalar da elimden tutup sofra başına getirinceye kadar tekrar uyuyormuşum. Nasılsa bir akşam hacı ninemle mukaveleyi sağlayarak sahur yemeye muvaffak oldum. Sofradan kalktık. Beni kıbleye karış durdurdular, yarının orucuna niyetlendirdiler. Ben o günü iftar topu patlayıncaya kadar bir şey yememeye Allah’a ve kullarına karşı söz verdim.
Nihad Sâmi BANARLI: Ben, henüz yavru sayılacak yaşlarımda, Ayasofya’daki bu Kadir gecelerini görmüştüm. Çocuk rûhum, o gecelerde, binlerce ve bir çocuk görüşü için, onbinlerce Müslümanın, bir ses, bir ruh, bir vücud gibi dalgalanışı karşısında derin heyecan duyar, sanki ruhum yanardı. Benim o yaşda gördüğüm Ayasofya kubbesi, bugünkünden defalarca büyüktü. Bu kubbenin o gecelerdeki maneviyatını ise, sonraları, Edirne'nin Selimiye Camii’nde ve bilhassa İstanbul'un Süleymaniye’sinde, bu sefer, daha millî bir gururla görmüştüm. Itrî’nin, ilâhi Tekbir’in de ilk defa o gecelerden sanki uçsuz bucaksız bir koro’dan dinlemiştim. Bu dinî besteyi, hep birden, o kadar güzel o kadar heybetli ve öylesine kubbeler dolusu söyleyebilmek için bu kubbeyi dolduran, binlerce, onbinlerce rûh, sanki asırlarca birlikte çalışmıştı.
Orhan OKAY - İlk hatırladığım Ramazanlar sonbahardaydı. İlk oruç tutmaya başladığımda, yani ilkokulun son yıllarına doğru ise artık yaz sonlarıydı. Okulların tatil olduğu mevsime geliyordu. Oruca özenen çocukları alıştırmak hem de bıktırmamak için adına “tekne orucu” denen yalnız sabahtan öğleye kadar bir şey yiyip içmemekten ibaret olan çocuk orucunu ben de tutmuştum. Bu işin en güzel tarafı gece kalkıp sahur yemeği yemekti.
Ruşen Eşref ÜNAYDIN: Pencereden İstanbul'un minarelerine bakıyordum: Şurada burada şerefeler birdenbire aydınlanıveriyor, güya karşı ufukta küme küme ateşböcekleri uçuşuyordu. Çocukluğumuzdaki ramazanlar aklıma geldi. O vakit müezzinler iftarlarını bitirirler, yarıma doğru şerefelerden üçüzlü kandiller tane tane sarkmaya başlardı. Gökten damlarken minare boğumlarına takılı kalmış yıldız kırıntıları gibi insana esrarlı birer heyecan verirlerdi... Gerçi şimdi şerefeler daha parlaklaştı, daha haşmet kazandı; fakat eskileri, şüphesiz daha uhrevî, daha kâmildi.
Sâmiha AYVERDİ: Yatsı ezânı okunur okunmaz, abdestler tâzelenir ve terâvih hazırlığı başlardı. Bâzıları câmilere gider, bâzıları da namazlarını evlerde yalnız veya cemâatle kılarlardı. Eski insanlar namazlarını vaktinde ve bilhassa cemâatle kılmaya dikkat ve îtinâ gösterirlerdi. Câmi, kalabalıkların en kolay ve en samîmî bağlarla sosyalleşebildikleri ve kendi aralarında bir âşinâlık alış verişi edip mânevî bir köprü kurdukları bir mahaldi. Öyle ki, insanoğlu kendi kendini madde âleminin günlük boğuntusundan, iş gibi, yemek-içmek, uyku gibi mekanik esâretinden bir mânevî istiklâl bölgesinin huzur ve emniyetine atmak suretiyle hürriyete ilticâ ederdi. Namazdaki teslîmiyet, kulun kendini inkâr etmesi veya nefyeylemesi değil; belki bindiği gemi batarken, ya da ateş hattında kurşunlar tepesinden yağarken dahi onu, rahatlıkla Hakk'ın huzûrunda tutabilen hudutsuz kudretti. Ramazan ayında İstanbul'un hemen her konağının bir köşesi, bir çeşit mescit hâline konurdu. Otuz ramazan, terâvih kıldırmak üzere güzel sesli bir imam tutulur ve konak halkından başka, civardan isteyen herkes, câmiye gidecekleri yerde buraya gelebilirlerdi.
Sezai KARAKOÇ: Sadece insan orucu özlemez, oruç da insanı özler. Ramazan ayı gelince sıla-i rahim edenler gibi, meleklerin bile önünde eğildiği insana koşar. Oruç, insana acıkır ve koşar gelir. Kendi kendinden uzaklaşan insanın kendine dönüşüdür oruç ayı. Saniyelerimize, dakikalarımıza, ebedîlik ve ezelîlikten yakut damlalar düşüren oruç ayı. Oruç ayı geldi. Cehennem uzaklaştı, cennet yaklaştı. Ne güzel!
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU: Çocukluğumda ramazanın yirmisinden itibaren beni garip bir hüzün kaplardı. Oyunlarıma bir neşesizlik, çalışmalarıma bir isteksizlik gelirdi. Her sabah yatağım içimden kalbimde bir derin acıyla uyanırdım ve kendi kendime “Bir gün daha bitti, bir gece daha gitti. Bugün yirmi beşi, yarın yirmialtısı, öbür gün...” daha ziyade sayamazdım. Bu bana yakınımdan birinin öleceği günü hesap etmek gibi muzlim ve acayip görünürdü.