Yazar ne zaman yazar
Hayatımızı zamanın
bakışlarına borçluyuz. Onu görme ve onun tarafından görülme biçimlerimize…
Zamanın kalbi durduğunda bizim kalbimiz de atmayı durdurur. Zaman geri
çekildiğinde ve yüzümüze bahşettiği buğu kaybolduğunda biliriz ki bizim de
ayakta kalma şansımız yoktur. Zamanın çocuklarıyız bizler ve onunla bakışarak
sürdürürüz yolculuğumuzu. Teyakkuz anlarımızda geri çekilse, yerini mekanın
ihtişamına bıraksa da dalgınlıklarımızın vazgeçilmez bekçisidir o. Gözlerimiz
ne vakit uzaklara dalsa zaman ufukta belirir ve ne yapar eder bakışlarımızın
arasına ağrılı bir kıymık yerleştirir. Hayat yürüyüşüne onunla başladığımız,
onunla devam ettiğimiz ve onun tarafından terk edildiğimiz doğrudur. Aramızdaki
ilişki ne kadar sağlam ve muhteşem olursa olsun o gün gelip çattığında
verdiklerini sonuna kadar almayı ve faturada tek bir eksik bırakmamayı bilir
zaman. Her şey olup bittiğinde bu ilişkiden geriye kalan tek şey bizim onun
elinden çekip alarak zamanın dışına taşıdığımız belli belirsiz anılar ile onun
bizden çekip aldığı berrak bakışlar ve yerçekimine emanet ettiği savunmasız bir
bedendir. Öyle ki sahneye çıkmak üzere yola koyulduğumuzda burnumuzdan içeri
giren buhar sahneyi terk ederken topuklarımızdaki kılcal damarlarda yorgun bir
kana dönüşür.
Bir oyundur
insanın zamanla arasındaki. Kim kiminle oynar, kim kime şaka yapar, kim kimi
kandırır, kim kimin üstesinden gelir ve geçici zaferler kazanır bilinmez.
Bilinen tek gerçek şudur: Zamanı alteden insan yoktur ama onu yoran, güçsüz
düşüren, silikleştiren, yokluğun sınırlarına yaklaştıran birileri vardır ve
bunlar, hiç kuşkusuz yazarlardır.
Yazarın zaman
ile kurduğu ilişki muhteşemdir. Sürekli dans halidir bu ikisinin karşılaştığı
durumlar, yerler, eşikler. İkisi de birbirinin gücünden haberdardır. Zaman
bilir, yazar ise karşısındaki ondan bazı şeyleri çekip almadıkça kendisinden
bir şeyler vermez. Yazar bilir, zamanın hakkından gelmenin tek yolu, onun
huyuna vakıf olmak ve gramerine uygun davranmaktır. Uyku hali zamansızlık ve
bilinçsizlik düzlemidir. Zamanın varlığı bilincin parıldamasına, bilincin
varlığı zamanın onun içine yürümesine bağlıdır. Zaman ile bilinç arasında
doğrusal bir ilişki vardır. İşte bu yüzden, tam da bundan, yazar zamanı en
erken gören, en çabuk harekete geçen ve elinden kurtulamasa da onunla en çok
mücadele eden kişidir. Yazar zamana hakkını teslim eden, hakkını veren ve onun
hakkından gelen tek kahramandır. Onun bir saniye olsun kendini terk
etmeyeceğini, heykeltıraşın elindeki örsün hiç susmadan taşa inmesinde olduğu
gibi ha bire kanının içinde gezeceğini, tenini eskiteceğini, ışıldattığı
beynini duraklatacağını, açtığı iradesini daraltacağını, semirttiği hafızasını
elinden alacağını bilir yazar, böylece işine koyulur. Mademki der yazar,
elindeki örsüyle bir taraftan beni biçimlendirmeye çalışırken öteki taraftan
ağrısı acısıyla üzerime sayısız yükler bindiriyor zaman, o vakit ben de
varoluşumu onun uzanamayacağı yerlere taşırım, onun görüş alanının dışına
çıkar, onun yolunu bilmediği adalara sığınırım. Yazma yolculuğunun gerekçesi
tam da burada ortaya çıkar işte. Her yazma eylemi, zamanı kullanarak zamanın
dışına çıkmak, zamanın dışına çıkarak hayata oradan bakmaktır. Tahayyül
gerçeğin üzerine abanır böylece, gök yeri nasıl yumuşak biçimde sarıp sarmalıyorsa
zaman dışılık da zamanın üzerine öylece ağar her metin üzerinden. Gündelik
yaşamın hayhuyu içinde diğer insanlar zamanın oyuncağına dönüşürken o hayhuyun
dışına çıkarak yazar zamanı kendi oyuncağına dönüştürür. Her şiir, her roman,
her hikaye, her tiyatro ve hatta yazıya aktarılmamış olsa bile her tahayyül
zamanın elindekileri çekip almanın, onu zamanın ulaşamayacağı korunaklı
uzamlara taşımanın birer somut göstergesidir.
Tam da bu yüzden
hiçbir yazar zamanı fark ettiği andan itibaren onun peşini bırakmaz, onun
kendisini eritmesine fırsat vermeden yazma serüvenini zedeleyecek, ihmal edecek
ve yazmayı ıskalatacak tek bir anın bile gözünün yaşına bakmadan, son nefesine
kadar yazar. Sabahları, bilincin en parlak zamanlarında en az üç saat yazmak
zorunda hisseder yazar. Gün ışımadan, ışırken, ışıdıktan hemen sonra kalemini
eline alır, mide bulantısı pahasına saatlerce yazarak zamanın uhdesindeki
düşünceleri, hayalleri, onun yok etmek için yola çıktığı neredeyse bütün
duyarlılık alanlarını kayıt altına alır. Her yazar, kendi kurallarını zamana
dayatmak için sabahın bu en verimli saatlerini masasının başında, bir daha
vermemek üzere ondan aldıklarının şiirini yazmak, bestesini yapmak için
didinir. Tek bir anı bile heba etmez yazar. Öğleden sonralarını okuyarak,
anlamı uğraşı içinde geçirir, akşamı dinlenmeye ayırır ve gecenin ilerleyen
saatlerini yine zamanın elinden çekip aldığı tahayyüllerle doldurur. Böylece
yazarın kaleminden çıkmış her eser çağları aşarak zaman dalgalarının
ulaşamayacağı kıyılara yapılmış kumdan kaleler olarak nesilden nesle aktarılır.
Siyasal, kültürel ve sosyal tarihlerin aksine bütün bir edebiyat ve edebi
eserler tarihi zaman kullanılarak zaman dışı bir dünya oluşturma çabasının
ürünüdür. Zaman ölüme, zaman dışılık hayata vurgu yaptığından öteki her şey
zamanın hışmına uğrar, silinip tarumar olurken edebiyat eserleri zamanın bile
kıymaya cesaret edemediği bir “varoluşu genişletme pratiği” olarak
hayatiyetlerini sürdürürler.
Birçok farklı
özelliklerine rağmen bütün yazarların buluştuğu tek bir ortak nitelik vardır:
Zamanın kurallarına boyun eğmemek ve kendi kurallarını ona dayatmak. Yazarın
yorgunluk anına gelmiş tek bir eser yoktur. Eğer varsa böyleleri zaten daha
baştan zamanın hışmına uğramaktan, silinip gitmekten yakasını kurtaramamıştır.
Bütün büyük eserler kesin bir bahanesizliğin kışkırttığı zamana meydan okumanın
ürünüdürler. Sabah ışığını kaçırmış hiçbir yazar günün diğer saatlerini
aydınlatacak cesareti kendinde bulamamıştır. Ve zaman, kendisini görene, fark
edene, hakkını verene iyi davranır. Zaman, en çok yazara iyi davranır.