Yazar ne yazar
Yazar ilhamını
Allah’tan aldığı için hayat ile ölüm arasındaki çizgide dolaşır, her ikisinin
alanını genişletmenin gayretini güder. Ölümü hayatın içine taşıyan, hayatı
ölüme üstün kılan kaleminin peşinden bir ömür koşturur. Böylece hayatın
içindeki ölüm insanları hayata daha sıkı bağlarken ölümün içindeki hayat da
onun çizgilerini belirsizleştirir. Her durumda yazarın işi hayatı kışkırtmak,
bitmiş olanın bitmediğini söylemek, ölü hücrelerin yerine dirileri
serpiştirmektir. Ölüme karşı hayatın sözcüsüdür o. Düşüşe karşı kalkışın,
dağılmaya karşı toparlanmanın, zevale karşı şafağın nabzını tutar yazar. Bu
amaç ile zamanın sözcüsü olan kalemini bir saniye bile olsa yanından ayırmaz.
Mekanın emanetçisi olan kalem de her daim hizmetine hazır bekler. Kalem kağıda
dokundukça ölüm geri çekilir, kağıt kalem tarafından biçimlendikçe ayrıntılar
netleşir, boşluk aralanır, şeffaflık yerini renklere bırakır. Yazarlık ölü
hücrelerden diri hücreler yeşertmenin sanatıdır. Ve bu yüzden, belki de tam
bundan dolayı yazar hayatın şarkısını söylemek için vardır; buradadır, şu an,
şu saniye yazmaktadır. Ve o yazdıkça uyuşukluk yerini zindeliğe, mağlubiyet
yerini galibiyete, uyku yerini uyanıklığa, keder yerini sevince, yeis yerini
umuda bırakmaktadır.
Kaderin bir adı
da yazgıdır. İçinde yazmanın olmadığı hiçbir eylem hayata dahil değildir. Her
insan boşluğa bıraktığı nefesiyle havaya hücrelerinden fışkıran kelimeleri
bırakır. Göz görüntünün tutanağına taliptir, kulak sesin peşinden gider ve onu
oradan alarak müziğin bahçesine çağırır. Ten dış dünyayı içeriyle birleştirir,
ruh çağlayanını büyük insanlık okyanusuna sürükler. Düşünce; evreni kavramanın
yolcusu olarak kelimeleri kımıldatır, kelimeler zamanın tohumu çatlatmasında
olduğu gibi zihin topraklarından fikirler yeşertir. Hayatın durduğu yer
burasıdır ve yazar hayata buradan bakar. Bu sebeptendir ki yazar ruhunun,
zihninin, yüreğinin çarptığı ne varsa hepsini kaleminin içine doldurur,
kaleminin ucundan damlayan mürekkeple onların görüntüsünü kağıda yapıştırır.
Bütün bu halleriyle denebilir ki içinden yazmanın çıkarıldığı hiçbir uzam var
sayılamaz. Yazar, yazma ve yazgının birleştiği yerde durur. Zihin dünyayı
tasavvur üzerinden tasarlarken kalem de yazı üzerinden kalıba döker.
Yazar elbette
bir boşluk doldurucusudur. Hayat ile insan arasındaki derin uçuruma gergin asma
köprüler kurar yazar. Bu yakadan öteki yakaya geçmenin fiziksel hesaplarını
yapar. Önce kendi geçer kurduğu bütün köprülerden, sonra da ötekileri davet
eder. Eğer yazarlar olmasa hayat bir ömür bu geçede yaşayıp gitmenin, soluk,
sünepe bir rutine tabi olmanın uyuşuk mayışık yolculuğundan başka bir anlam
ifade etmezdi. Yazar bize hep karşı yakayı gösterir. Bakın, orada der, hayat,
bakın orası da var ve içinde tehlikeler de olsa bu ipe, bu akıl ipine, bu yürek
ipine, bu duyarlılık ipine sarılıp karşıya geçin. Bizi kendimizin dışına
çıkararak kendimizi içeriden kavramanın yollarını gösterir o. Bizi kendimizden
uzaklaştırarak kendimize yaklaştırmanın ipuçlarını sunar. İnsan nedir der,
hayat nedir, nedir ölüm, nedir aşk, nedir ayrılık, nedir sadakat ve nedir
ihanet? Bu sorular uzayıp gider yazarın kaleminde. Bu sorulardan bir ormanın
içine girmedikçe hangi insan hayatın ayırdına vararak bu dünyadan ayrıldığını
iddia edebilir ki? İçinden yazarın çıkarıldığı hangi hayat bize hayatın
kendisini gösterebilir ki? İçinden yazının çıkarıldığı hangi kader bizi kendine
çekebilir ki?
Ve yazar… O
büyük zihin, o koca yürek, o devasa duyarlılık bizi doğanın bıraktığı o amansız
uçuruma düşmekten kurtarır. Uçlarda gezdirir, ortayı sevdirir. Ortayı gösterir,
uçları özendirir. Bir sınır ihlalcisi değildir o, hayır, bir sınırlarda gezme
ve gezdirme sevdalısıdır. O sevdaya bizi de ortak eder. Yazar olmasa hangi
insan öteki insanın düşündüklerini, hissettiklerini derisinin altına
çağırabilirdi? Hangi dünya olduğundan daha hoş görünebilir, hangi yıldız kendi
parlaklığından bir parça koparıp insanın eline tutuşturabilirdi? Yazarlar
dünyanın şekerci dükkancılarıdır ve bizler, hepimiz birer çocuk olarak ne yapar
eder yolumuzu bir şekilde oraya düşürtürüz; o dükkandan içeri girer o
şekerlerden jelatini kelimeler olan o harika duyguları tadarız. Oradan
çıktığımızda hepimizin yüzünde neşe, gözlerinde ışık… Gökyüzü boyacıları, evren
yolcularıdır onlar. Ve bizler o boyadan kendimize ait kısmı alır cildimizi
bulutların değişen renkleri gibi bir biçimden ötekine sokar dururuz. Yazarlar
olmasa biz de yıllar, yüzyıllar boyu aynı yerde durmaktan sıkılan ağaçlara
dönerdik. Köklerimizi toprağın altında, dallarımızı göğün boşluklarında
dolaştırmasa onlar, can sıkıntısından ölürdük. Kelimelere kanat takıp uçurmasa
onlar, hangimiz düşlerinin peşinde bu kadar, bu denli coşkuyla koşturup eve
döndüğünde ama en azından düşlerim var benim diyebilirdi? Kelimeleri yağmur
suyuyla yıkayandır onlar. Kirlerinden arındırıp mücevhere dönüştüren, yeniden,
bir daha hayata süren…
Yazar ölmediği
sürece hayat ölmez. Yazar yazdığı sürece insan türü yolculuğa devam eder. Yazar
nefes aldığı sürece kötü günler geride kalır. İyilik yazardan ilham alır,
kötülük yazardan korkar, kaçar. Kötülüğün kazandığı bütün savaşlarda yazarlar
seyirci kalmış demektir. Kötülüğün sesinin yükseldiği yerde yazarların sesi
kısılmış demektir. Ve kötü yazar, kötülük karşısında susan, iyi yazar kötülüğün
bütün hışmını göğsünde eriten kişidir. Yazarları susturulmuş toplumların
gürültüsü şarkıya dönüşmez. Yazarları kötülüğün emrine girmiş toplumlar iflah
olmaz. Yazar hakikati yazar çünkü. Ve hakikat hayatın çocuğu olduğu için, her
zaman, daima haklı çıkar.