Yazar nasıl yazar
Her yazarın
gündelik yaşam rutini farklıdır. Yazma biçimleri yazarların karakterini
gösterdiği kadar onların hayata bakışını, yazma süreçlerini ve bu süreçlere
dahil edilen gündelik ritüellerini de kapsar. Böylece çoğunluğu sabahın erken
saatlerinde, zihinleri berrakken yazdıkları halde istisna da olsa kendini
gecenin ilerleyen saatlerinin büyüsüne bırakanlar da vardır. Sabah başlayıp
birkaç saat yazdıktan sonra ara verenlere de rastlarız, ilk cümlesini gece
yarısı geçtikten sonra yazanlara da. Bir başladığında haftalar boyu hiç uyumadan,
aralıksız yazanlara da şahit oluruz, birkaç saat yazıp ara verenlere de. Yazma
enerjisi için yazmanın kendisini yeterli görenler de vardır, çay, kahve, alkol
ve insan vücudunu kısa yoldan çökertecek diğer zararlı alışkanlıkları hayatının
vazgeçilmezine dönüştürenler de.
Çok az
istisnayla neredeyse tamamı yazma sürecinde yalnızlığı, hatta pürüzsüz bir
sessizliği tercih eder. Yazma sürecinde başka bir uzama geçiş söz konusu olduğu
için, edebiyat metninin gezegenine inmek zorunda kalıştan dolayı neredeyse her
yazar masasının başına oturduğunda dış dünyadan kendisine yönelik hiçbir
müdahale istemez. Dışarıdan yapılacak olası müdahaleye gözlerini, hatta
varoluşunun tamamını kapatır. Yazma eylemine her hangi bir dışsal müdahale
yazarın şahsına, onuruna, kişiliğine ve yazma sürecindeki yaratma haline bir
saldırı gibi düşünülür ve çoğu yazar bu durumda öfkelenir, yazmayı bırakır,
kozasını öreceği yeni bir mekan/uzam arar.
Bazıları ilham
bekler ve o gelmediği, yüreğine yazmanın şafağı vurmadığı sürece kalem oynatmaz.
O gelince de nerede, hangi şartlarda olursa olsun her işini bırakır kendini
bütünüyle yazmaya adar. İlhamın kendisine hediye ettiği hiçbir fikri, hayali ve
tek bir cümleyi heba etmez, hepsini kayıt altına alır. Büyük bir cezbe halinde
günlerce, haftalarca aralıksız, zorunlu ihtiyaçlar dışında tek bir saat bile
ara vermeden yazanlar vardır. Kendisini odasına kilitleyip aylarca dışarı
çıkmadan, yarattığı karakterleriyle söyleşen, bağıran, çağıran, ağlayan ve
kilitli olduğu duvarlarda kahkahaları çınlayan yazarlar vardır. Başladığı
romanı bir hafta içinde bitirene de bir roman için onlarca yılını feda edene de
rastlarız. Yazdığını beğenmeyip çöpe atan, yüzlerce kez aynı bölümü yeniden
yazan ve “evet, oldu” diyene kadar pes etmeyenler olduğu gibi metnine hiçbir
müdahale yapma gereği duymayan, ona tek bir noktalama işareti ekleyip çıkarmayı
düşünmeyenler de vardır.
Yazarların
mekanlarla ilişkisi de sıra dışıdır. Hayatı boyunca aynı mekana kurulup
yazanlardan, bulduğu her mekanı yazı için uygun bulanlara, yolculuk halindeyken
yazanlardan, yürürken ansızın durup yazmaya devem edenlere kadar öylesine
çeşitlilik arz eder yazma mekanları. Kendine ait villasının kendine ait
köşesinde ve sadece kendisinin kullandığı masasında yazanlar da bulunur, otel
odalarında, misafir olduğu evin penceresinden dışarı bakarken, çatı katında
veya bodrum katında yazanlar da…
Bazıları hiç not
almadan, hazırlık yapmadan, ilhamın ışığıyla yazar, diğer bazıları ilham
beklemez, bir metin için aylarca, yıllarca hazırlık yapar, not alır, düzenler,
taslak oluşturur ve büyük bir emeğin ardından malzemeyi yeniden yoğurarak
yazar. Her iki yazma biçiminin de kendine göre müspet ve menfi tarafları
bulunur. Yazmak da elbet, diğer bütün güzel yaratımlar gibi emek ister. Ancak
bazıları bu emeği ilhamın ışığından sonraki müdahaleler için, bazıları ise
ilhamı çağırmanın gerekçesi olarak düşünür. Her durumda, bütün metinler ciddi
bir uğraş, özel hayatından fedakarlık, sonsuzla buluşmak için sonlu olanı
ihmale dayanır. Eseri için kendini feda etmemiş yazar neredeyse yoktur ve zaten
dünyanın akışını değiştiren bütün eserlerin gerisinde kendi rutinini
parçalayan, eserinin dünyası için kendisinin dünyasını tarumar eden yazarların
imzası bulunur.
Yazarların sıra
dışı halleri onların hayata bakışları kadar yazıyla ve yazma serüveniyle
kurdukları ilişkiyle de alakalıdır. Masasında bir vazoya konulmuş taze çiçekler
olmadan kendisine ilham gelmeyeni de var, çürük elma kokusunu teneffüs etmeden
tek bir cümle yazamayanı da. Yorganının altında ekmek kırıntıları vücudunu
rahatsız ederken zihni kurduğu cümlelerle daha iyi ilişki kuranı da var, takım
elbise giymeden ve kravat takmadan yazı masasının başına oturmayanı da. Günlük
51 kupa kahve içmeden kendine gelemeyeni, hatta kahve kesmeyince kahve
çekirdeğini çiğneyerek kendini bulanı da var, sarhoş olmadan cümle kuramayanı,
en ayık halinin en çok alkol tükettiği zaman dilimi olanı da.
Bir oturuşta
onlarca sayfa yazıp bir haftada bir romanı bitireni de var, bir roman için otuz
yıl boyunca neredeyse her gün beş on sayfa yazmak zorunda hissedeni de…
Yazdığını kontrol etmeden matbaaya göndereni ve bir kez son noktayı koyduktan
sonra bir daha dönüp bakmayanı da var, bir sayfa için onlarca sayfa yazıp son
şeklini vermeye gayret göstereni, iyi bir cümle için yüzlerce cümle yazmak
zoruna kalanı da… Ama yazdığını, yazmakta olduğunu, yazmanın bizatihi kendisini
ciddiye almayanı yoktur. Her yazar, yazma eyleminin kendisini hayata bağladığı,
yazma süreci bitince kendisi de bitmiş gibi kenara çekilip kendisini yeniden
hayata bağlayacak olan bir eserin peşine düşer ve onu yakalayana kadar da
kendisini gerçek anlamda yaşamış saymaz. Yazarların yüzünde, yazma öncesi ve
sonrasına ait gördüğümüz solgunluk, keyifsizlik, iştahsızlık yazıyla
aralarındaki bu uzaklıktan kaynaklanır. Onlar için yazmaktan uzaklaşmak,
hayattan uzaklaşmak, oksijeni olmayan bir vadiye sürülmek gibidir çünkü.