Yazar kimdir
Belli sınırlılıklarla doğarız. Daha başlangıçta hem beden hem ruh hem de zihin dünyamız sayısız kuşatma altına girmeyi taahhüt eder. Varoluşumuzun imkanları doğuştan getirdiklerimiz tarafından kısıtlanmakla kalmaz aynı zamanda mekanın ve zamanın insafsızlığına terk edilir. Böylece bir zaman-mekan sentezi olan benliğimiz aynı şekilde zaman ile mekanın kıskacı altında hem içeriden hem de dışarıdan tüketilmeyi daha baştan kabullenmiş olur. Bununla birlikte mekan gövdemizi, zaman ruhumuzu irade üzerinden kendini gerçekleştirmeye, bu dünyadaki amacına uygun bir muhataba dönüştürmeye çağırır ve bir taraftan bedenimiz öteki taraftan ruhumuz genişlemenin, kıvama ermenin, varsa hayata bakışın bir zirvesi, oraya ulaşmanın aracına dönüşür. Yazarın devreye girdiği yer tam da burasıdır: İnsanı geçici de olsa zaman hapishanesinden yürüyüşe çıkarıp zamansızlık iklimleriyle buluşturmak, mekanı genişleterek oraya, hayata zirvelerden bakmanın imkanlarını sunmak ve belli aralıklarla zihnin taşmasına vesile olmak…
Katı bir bilinç
ve taşlaşmış bir ruh için hayatın bir anlamı yoktur. Hayata anlam vermek
bilincin açılması ve ruhun inceltilmesiyle başlar. Gündelik yaşam eğer bilinci
esnekleştirme ve ruhu zarafetle buluşturma aracıları yoksa, bir cisim, bitki
veya hayvanın ona bakışından farklı olmaz. Aslında sıradan insanın, hayata katı
bilinçle bakan ve ruhu kabalık kabuğuyla kaplanmış, duyuları kapalı veya en
azından büyük oranda daraltılmış insanın hayata bakma biçimi de donuktur. Yazar
işte burada devreye girer ve hem ruhun hafifleştirilmesinin hem de zihnin
işleyişinin aracısına dönüşür. Aslında o yazdıklarıyla bize dünyanın kapılarını
açarak bizi insan oluşumuzun imkanlarıyla buluşturur. Var olanı olduğundan daha
da güzelleştirmenin yanı sıra, var olan ile olma olasılığı bulunanı yan yana
getirir ve belki de hayatımız boyunca hiçbir zaman göremeyeceğimiz pek çok şeyi
görmemizi sağlar. Yazar, dünyayla insan arasındaki köprü, bir geçiş noktasıdır.
Gözü daha keskin görmeye, kulağı daha dikkatli dinlemeye, burnu daha yakından
koklamaya, dudağı daha içten tatmaya, deriyi daha içeriden hissetmeye
ayarlayarak dünya bahçesini sonsuz bir estetikle birleştirir, gündelik yaşam
rutininin kısa devre yaptırdığı, alışkanlığın körelttiği ne varsa onları topyekun
hak ettikleri mevkie iade ederek insanı hayata olduğundan daha sıkı bağlamaya
yönelik tasarruflar geliştirir. Yazar, dünyayla insan arasındaki geçiş noktası,
bu taraf ile o taraf arasındaki sarsılmaz köprüdür.
Bedeni makine
olmaktan, zihni onun buharı, ruhu yağı olmaktan çıkararak ruhun kendini
göstermesinin arenasına dönüştürür. Kölesi olduğumuz alışkanlıklardan bizi
çıkararak önce yabancılaştırıp açlık oluşturur, ardından o açlığa, ruhun
açlığına, yabancılaştırdığı şeyi ikram ederek cevap verir. Böylece yazarın
elinde dünya yeniden yoğrulup pişirilerek bir kıvama erdirilir ve insan olma,
insan kalma, insanca yaşama alanları müphemlikten berraklığa evriltilir. Bütün
bu halleriyle o hem bir ressam hem bir müzisyen hem bir heykeltıraş hem bir
şair hem bir din adamı hem de bütün bunları tek bir potada eriterek oradan
öncesinde ortaya çıkmamış görüngüler üreten bir büyücüdür. Öyle bir büyücü ki
Tanrı’nın yaratarak insana emanet ettiği bütün o şeyleri yoğurarak oradan insan
zihninin ve ruhunun pırıltılarının ışıldadığı sayısız sentezler çıkarır. Bizi
çaresizce mahkum olduğumuz bu gezegenin dışına çıkarır, ona dışarıdan baktırır,
yolun sonunda tekrar başladığı yere bırakır.
Peki yazar
kimdir? Onu gündelik hayatın kölesi olan insanlardan ayıran temel çizgiler nelerdir,
nelerden oluşmaktadır? O da bedenen, zihnen, ruhen aynı mayanın ürünü olduğuna
göre onu diğerlerinden ayıran çizginin çentik noktasını neresi oluşturmaktadır?
Her şeyden önce şunu söylemeli: Yazar, tıpkı okyanusların derinliklerinde
yaşayan bazı dişi balıkların erkekleriyle hemhal olduktan, neslini garantiye
aldıktan sonra onu yemesi gibi, hayatla doğrudan ilişkiye giren, onunla didişip
yorgun düşen, o yorgunluktan geriye yaşama dair kalıcı, zaman dışı değerler,
duyarlılıklar üreten, ardından onun tarafından imha edilen, yenilen ve
öldürülen bir balıktır. O her sabah hayatı biraz daha yakından tanımak için
uyanır, duyargalarını sonuna kadar açarak onu anlama yolculuklarına düşer,
tahayyülüyle sayısız imaj yaratır ve her akşam yorgun biçimde uykuya dalar.
Bütün yapıp ettikleri elbette içgüdüsel olarak kendini tatmin eder ama
derinlerde bir yerlerde, içine girdiği mücadelenin yıpratıcı etkileri onu
tüketir durur. Yazmayı araç olarak görüp onu ticaretin parçasına dönüştüren
sahte yazarları bir tarafa bırakırsak gerçek yazarların gündelik yaşamlarının
konfordan uzak, toplumdan ve gündelik hayhuydan azade oluşu biraz da onların bu
görünene paralel ikincil dünyanın etkisinde yaşamalarından kaynaklanır. Aynı
şekilde gösterişin peşine takılıp huzuru başka insanların izlenimlerinde arayan
insanların aksine yazarların tek tatmin noktasının yazılarının olması gerektiği
kıvamı bulup bulmadığıdır. Yazarın mutlu olduğu, kimliğini bulduğu, yazar
kimdir sorusunun cevap bulduğu tek yer vardır: Tuğlalarının kelimeler olduğu
edebiyat metninin kulübesi. Biz yazarı ancak o kulübenin içine girince tanır, o
kulübenin içinden bakınca görürüz. Işıklı
panolarda, AVM’lerde ve gösterişli salonlarda gördükleriniz yazar değil,
onların belki kabuğu, hatta olsa olsa posasıdır.