Yaz kızım
Yasamamak için bilmekten kaçanlarla, bilip de yaşamaktan kaçanlar birbirine yakalandı.
Dünyada...
İlkine
cahil dedi diğerleri. Kendileri bilge, filozof, alim, bilgin, bilim adamı,
entelektüel filandılar. Sadece bilmenin konumlarını bürünüp baş köşelere
oturdular.
Bilginin
yaşanmamış hali kadar kötü bir atık görmedim. Çok plastik. Çok pet. Absürt
renkli. Onu yaşamayan insanların doğasını, çehresini, çevresini bozuyor.
Ağızdan düşen lokma gibi itici. Çoğu yaşanmamış söylem yolun ortasına,
özellikle konumuyla çökerek geviş getirme sürecini de andırıyor.
Bu
durumda cahil kalmak daha dürüst, daha masum neredeyse…
Bilmemek…
Fakat
neden bilmediler? Neden bilmiyorlar? Bilmeyenlerin iki suçu var. Birincisi
bilmemek, ikincisi yaşamamak.
Bilenlerin
ise bir suçu var. Bildiği halde yaşamamak.
Hayır.
Bile bile yaşamamak suçu, bilmediği için yaşamamaktan daha ağır. Diğeri
bilmediği için yaşamıyor, bu ise bildiği halde, bile bile yaşamamış oluyor.
Herkes
suçlu. Yalnızca bilmeye, öğrenmeye çalışırken o esnada güçleri oranında
bildiklerini yaşayanlar hariç. İçtenlikle yaşama gayreti içinde olanlar. Onlar
da azınlıkta.
Suçluyu
bulup ilan ettik. Rahatladık. İnsan bu suçu artık işlemeyecek…
Bu
suça tekabül eden cahil alimleri üretti.
Alim
cahilleri de.
Cahil
bilim adamları ile, çok bilgili cahillerin oldu dünya. Hakiki bilenleri
susturacak kadar çok konuştular. Sesleri çok çıktı, çıkıyor. Gürültüleri had
safhada.
Hiçbir
çağ bilgisiz olduğunu kabul etmeyecek olsa da, adı üstünde bilgi çağının
marifetidir bu. Bilginin kendine yaraşan sonucuyla taçlanmamış olması. Yolda
kalması… Çünkü kendini amaçlayan her araç yolda kalmıştır. Amaçlaştırılan ve
hakiki amaca kafa tutmada su istimal edilen her araç, insan elinde, insana
karşı tiranlık oynamıştır.
Belki
de bilginin duyularla giriş yaptığı ve akıldan süzüldüğü halde kalbe
uğramayışından kaynaklanan bir olumsuzluktur bu. Kuvvetli ihtimal böyledir.
Kalpsiz, vicdansız bir bilme halinden yayılan “bu ne şimdi?” kokusudur.
Kalbe
uğrayan bilgilerin akıl denetiminden geçmemiş olması ise apayrı bir facia.
Kalbin melek, aklın şeytanlaştırılmasına karşın aklın kutsal, kalbin duygusal,
aşağılık bir noktaya indirgenmesi… İç içe olan ve biri diğerini bilinçle
kapsayacak güçte olduğu halde birbirinden ayrı düşürülmesi ve
düşmanlaştırılması ne berbat bir durum. Yüzyıllarca duyular, akıl ve bilimle,
sezgiler, kalp ve ilmin karşı karşıya getirildiği savaşlarda insanlık bilgi birikiminin
heba edilmesi, talan edilmesi de utanç verici. Bütün bu savaşların akıl, bilim,
teknik ile kalp, sezgi, ilim arasında yapılması ve insan ırkının farklı
dağlardan ve geleneklerden gelen zirve birikimlerinin bu savaşlarda kan döker
gibi dökülmesi, yakılması, yok edilmesi, sıfırlanması ne berbat bir insanlık
geçmişi. Geçmiş te değil, artık şimdisi, bugünü…
Bu kadar
basit bir ilişki biçimini neden kavrayamamış ve uygulayamamış olabilir insan?
Herkes iyi bilir ki duyular ve akıl bizi “neden ve nasıl kapısı”na götürür. O
kapıdan girdiğimiz ve ilerlediğimizde ise, başından beri “niçin” sorusunun cevabını
arıyoruzdur. Her arayışı kapsayan nihai arayış budur. Arayışın ta kendisidir.
(Bazen
kalbin arayışın ta kendisi olduğunu düşünürüm.)
Neden ve
nasıllar bütün bulduklarını -büyük bir neşe ve gayret içinde-koşarak niçin’e
gösterir ve ondan afili bir cevap beklerler. Onunla tamamlanmak için gece
gündüz hem arar hem beklerler. İnsan olan herkes arar. Bulduğunu sevinçle
paylaşır. Okyanusun, deryanın bilinmezliğinden alır, ortak, büyük havuza atar. Sonra
her soru kavrayış gücünün son sınırlarına doğru bir serhadde, şimdilik son
sınırda, biraz flu ve belki de daha ilerilere çekilecek bir hizada durur.
Kanaat getirdiğini yaşar, getirmediğini de yeniden aramak, sağlamasını yapıp
yeniden getirmek üzere alır götürür.
Ne
var ki bugün artık cahil hiç aramamış, açlıktan da bulduğu her bilgiyi emmiş ve
zehirlenmiş, bilim adamı da sınırlı aramıştır. Bilim adamı, bırakın yeni bir fikir, söz
söylemeyi geçmişte bulunmuşların derlemesini dahi yapmaya üşenmiş, onu hakkıyla
anlamaya yeltenmemiş, dünyadan ve değişimden kopuk, kendisini -basit dünyevi
dertlerin peşinde- konumunun sığıntısı olmaya indirgemiştir. Sezgiyi hiçe
saymış, akılsız kalbini, kalpsiz aklını sayılı duyular hapishanesine bizzat
kilitlemiştir. Bir süre sonra kuraklığa dayanamamış, bilgisi kurumuş, çürümüş
halde, çaresiz ve utançla sezginin kapısına dayandığında da ilhamın kulu
olurken, bir tık ötesi vahyi çıldırmış gibi reddetmeyi bilimcilik sanmıştır.
(Canım benim. Kıyamam. )
Yeni
bir konudan bahsetmediğimi iyi biliyorum. Fakat eskimeyen ve hala aynı kalan
bir konudan bahsediyorum. Değişmeyen herşey, hiç değişmemesi gereken sabiteler
gibi kasılıp kalıyor ve bizi üzüyor, hayatı ve dünyayı bozuyor.
Yaz
kızım:
Bilgi
teorileri yeniden gözden geçirilmeli. Epistemoloji de dokuz-beş memur ve mesai
kafası ile ne ileri ne geri yaşayan, gözleri yumuk bir denetçi gibi hiçbir
şeyin sağlamasını yapmadan durmayı, durağanlığı bırakmalı.
Bütün
bunları harekete geçirecek olan insan sağ mı? Bu da ayrı bir soru…
Sağlık
dediğimiz şey anlamı ve amacı olan bir kalbe, üreten bir beyne, bedene sahip
olmak ya. O bakımdan.