Yaz geçti
Yaz geçti. Göz
açıp kapayıncaya kadar bir yaz daha gözlerimizin önünden geçip gitti ve şimdi
artık sonbahar. Yapraklar ağaçlardan dökülmeye hazırlanıyor, mevsime özgü
serinlik gövdeleri sardı, gölgeler artık neredeyse üşütüyor, güneş eski gücünü
kaybetti, genellikle bulutların arkasından ya da en azından oldukça geriden
dünyayı seyrediyor. Bahçelerde sebzeler hüzünle bakıyor dallarına, her şeyde
bir sönüklük, geri çekilme eğilimi, keder duygusu… Meşhur şarkıda olduğu gibi:
“Yaprak döker bir yanımız/Bir yanımız bahar bahçe.”
Güzün, diğer
bütün mevsimlerden farklı bir tarafı var: İçinde bütün mevsimleri barındıran,
hepsini harmanlayıp kenrdisi olmaktan çıkaran inceltici bir geçiş noktası o.
Özellikle ekim ayına doğru bir taraftan soğuğa, üşümeye, geri çekilmeye meydan
okuyan çimlerin yeşilde diretmesi, öteki taraftan arada bir yağan yağmurla
kendini gösteren sarı çiçekler, ancak yeni yeni kıvamını bulan üzümler,
incirler, hurmaların dallarındaki sevimli gülüşü ve bütün bunları
geçersizleştiren, bu benim mevsimim, benim vaktim diyen sarının o bütün
tonlarının elbisesini giymek için yaptığı hazırlık… Ve elbette bunların
hepsinin ufkuna yayılmış olan zamanın kaçınılmaz vuruşlarının “kış geliyor,
kış” diye söyleyip durduğu çınlama, yerde bir o tarafa, bir bu tarafa, rüzgarın
ahengine ayak uydurarak cansız bir ruh gibi savrulup duran kuru yapraklar,
artık büsbütün katılaşan, ağır akan sular…
Güz bir geçiş
noktasıdır. Geriyi ve ileriyi bütünüyle gösteren bir eşiktir. Öncekileri
derleyip toparlayarak sonraya aktaran bir murakabe, bir hesap kitap eşiği…
Orada durur ve şöyle düşünürsün: Yaz geçtimi yani? Peki bahar? O bir türlü
gelmeyi bilmeyen, gelince de ele avuca sığmayıp bir çırpıda bizi yaza emanet
eden karlı dağlar, çağıltılı ırmaklar, kuş sesleri, dünyayı, dışarıdan yumuşak
bir dokunuşla büyüleyen bahar geçti demek. Ve yaz da öyle. Terlemeyi özleyen
bedenlerimize bir anda ter kokusundan baharı, hatta kışı özleten, meyvelerin
olgunlaşmasını sabırsızlıkla beklerken hızlıca güzün hazin ve insafsız
kollarına bırakan yaz da öyle… Ve şimdi güz. Doğa artık yaşını daha geride
bırakıyor, bir kışa daha hazırlanıyor ve böylece ömür, o kısa rüya uyanmaya
biraz daha yaklaşıyor.
Doğa ile insan,
mevsimlerle zaman, iç ile dış birbirine nasıl da benziyor, birbirinden nasıl da
etkileniyor. Baharını kaşla göz arasında kaybeden gençliğimiz, yazının keyfini
daha sürmeden geçen olgunluğumuz, güzünün ayırdına varmak için fırsat kolluyor.
Bütün o mevsimler nasıl da birbirinin ardısıra, birbirine benzer şekilde,
benzer olaylarla geçip gitti? Ve bir biz, gün, bir an, bir taşın üstüne oturup
şöyle diyoruz: Demek böyleymiş, bu kadarmış hayat? Mevsimler ne de kısaymış
meğer. Zaman ne de zalimmiş tene dokunur, onu şımartırken bile… Geride kalan
her şeyin kelimenin gerçek anlamıyla geride kalması, kendini büyük
suskunlukların insafına terk etmesi… Aldığımız her nefesin içine gizlenmiş
hesapların, faturaların verdiğimiz nefeste dengeyi kurması… İyiliklerin de
kötülüklerin de doğru ve yanlışların, zevklerin de acıların da geride kalması,
hiçbir şeyin, hiç kimseye yar olmaması…
Güz, büyük bir
sorgulama taşıdır. Oraya oturur, geçmişi ve geleceği birlikte düşünürsün.
Yukarıda gök olduğu yerde durur. Güneş, öncesinde kimler için doğmuşsa, senin
için de öyle doğar, kimler için, nasıl batmışsa senin için de öyle. Serin bir
güz akşamında yukarıda seninle üşüyen yıldızlar kim bilir öncesinde de kimler
için öyle parlayıp durmuştur, kim bilir kimlerin gözünün izi vardır onlarda ve
kim bilir senden sonra da hangi gözler, nasıl bakacaktır onlara? Sense güz
taşının üstünde “yaprak döken yanınla” “bahar bahçe yanın arasında gider gelir,
kendini yine orada, o güz taşının üzerinde içine hava doldurulmuş bir deri
olarak düşünürsün kendini. Kış gelecek, deriler toprağa, içindeki hava
dışındaki havaya karışacaktır. Ellerine bakar, yüzünü gözden geçirir, saçlarına
dokunursun ve şöyle dersin: Şimdi, burada böylece olanın, sonrasında, kim bilir
ne zaman, nerede böyle olamayışı, öncek toprak, sonra çürük, ardından bir hiç
oluşu… Sesler bir hatırlanamaz oluyor zamanın zalim ellerinde. İnsanın bir resimden,
soluk bir resimden farkı kalmıyor öldükten sonra. Bizden öncekiler, onlardan
öncekiler, öncekilerden öncekiler, şimdi, kim bilir neredeler? Ama burada, bu
güz taşının üstünde olmadıkları kesin. Bu mevsimi, bu akşamı, bu yeli
yaşamadıkları, şu yıldıza bakmadıkları kesin. Kesin olan bir şey daha var ki,
bir vakit, bir güz, bu taşın üstüne oturup o yıldıza bakan için sen bilinmeyen
bir mevsimde, bilinmeyen bir yerde olacaksın.
Ve işte güz,
bundan dolayı, sadece bunun için bir tahattur mevsimidir. Taş soğuk, yıldızlar
uzak, güneş daha uzaktır artık. Bahar ve yaz mı, onlara karışan anılar mı?
Hayallerin gerçeklere karıştığı yer neredeyse orada. Gerçeklerin düş ile
durduğu yer nereyse orada. Orada, belki de hiçbir zaman olmamış olan, olmayan,
olmayacak olan yerde. Dünya bir güz taşı, hayat bir toz bulutundan başka ne ki?