Dolar (USD)
32.58
Euro (EUR)
34.81
Gram Altın
2418.28
BIST 100
9645.02
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

09 Ağustos 2022

Yaz gecesi

“Bu konudan bir yazı çıkar…” derken gülümsedim. “Kan çıkar!” der gibiydim, mürekkep çıkar demek istediğimde… Kan kavga değildir bende. Ilık görüdür, içtenliktir, bağdır.

Kişi başına ne çok yıldız düşüyor buralarda. Gökyüzü seçkin bir kalabalığı ağırlıyor. Doğrusu böyle bir yerde yaşadığı halde gökyüzüne bakmayı unutmanın günahı büyük olmalı. Toprak buralarda çılgın yeşil bir oyun kurmuş kendisine. Cömertliğe yarılıyor.

İki yanı portakal bahçesiyle çevrili toprak bir yolu, söz ve müziği kurbağalara ait yepyeni parçalar eşliğinde ağır ağır adımlarken, yol boyu, anarşist yanımdan, sloganlar atıyorum. "Hizmet istemiyoruz. Ne olur kalkınmayalım. İlerlemeyelim, hayır! Dokunmayın. İncitmeksizin dokunun ya da..." Sanırım gelişmeyi yozlaşmakla sonlandıran bir eğilime çokça kurban gitmemizle alakalı bir itiraz. Yoksa gelişmeye, iyi değişimlere kim karşı koymak ister ki… Fakat artık İstanbul’dayım. Bu bilinçle beton çerçeveli bir gökyüzü ile selamlaşmak istemedim. Başım yerde geziniyorum. Kalk diyor içimden bir koku... Tuz serpilmiş bir keskinlik. Şu İstanbul’un boğazına boğazına dur şimdi. Şu saatte! Geçemesin biraz. Kalsın benimle…

İstanbul'suz zor. Fakat taşra benim merkezim. Taşra her şeye rağmen hala cennet.

İnsanın birlikte yıldız topladığı dostlarının olması ne kadar güzel. Hem de kendi ailesinden… Sonra oturup biraz kıyıda yıldızları sayabildiği, boyutlarına ve parlaklıklarına göre tek tek ayırabildiği...

Böyle zor olacak. Sepetlerime varlığın en nadide parçalarını beş kuruş ödemeden, nakit mi kartla mı demeden, şifresiz, bakiyesiz, pazarlıksız, açık artırmasız, müzayedesiz dolduruyorum. Acayip bir zenginlik bu. Biberiyeler, hatmi çiçekleri, yaseminler, aslan ağızları, kolonya çiçekleri, zeytinlikler, incir ağaçları, erik ağaçları, yaban mersinleri, armutlar, ağaçların altında evcilik oynanası doğal evcikler, dalgalar, dinmeler, çalkalanıp çırpınmalar. İki de bir gözünü sevdiğim boylu poslu dağlar, dik durmalar ah... Onurlar, omurgalar...

Üstüne bir de bu yıldızlar. Göğün süslüleri. Gözleri gaybın... Kaybolup gidişin izleri....

Bütün bunları İstanbul a götürebilecek miyim? Uçakta sorun olur mu ki...

Yok. Ya özel araç. Ya da yayan dönmeliyim. Her sapa yola giren ve çıkamayan bir sapkın olup çıkmalıyım. Plansız müthiş bir yol kaderi yaşamalıyım. Şu tepenin ardını oraya geçmeden önce hiç bilmemeliyim.

En sonunda:

Deli deli bir akış... Köpükler, çer çöpleri bile...

Seçkin armağanlar, yapraklar, yola çıkmış göçebe tozlar topraklar...

Hepsi durulduğunda...

Göz, eğilip de göğün en dibinden, kendimize doğru iyiden iyiye baktığımızda, bakakaldığımızda, nazar eylediğimizde;

Ne kaldıysa?

Ne kadar kaldıysa?

O dibimize çöken, bizden/senden/benden hiç gitmeyen, mukim, yerleşik, senli/benli olan yanımızdır bize kalan. Biz olan. Sen/ben olan…

Yol gider.

Biz kendimize geliriz.