Yaz gecesi
“Bu konudan bir yazı çıkar…” derken
gülümsedim. “Kan çıkar!” der gibiydim, mürekkep çıkar demek istediğimde… Kan
kavga değildir bende. Ilık görüdür, içtenliktir, bağdır.
Kişi başına ne çok yıldız düşüyor
buralarda. Gökyüzü seçkin bir kalabalığı ağırlıyor. Doğrusu böyle bir yerde
yaşadığı halde gökyüzüne bakmayı unutmanın günahı büyük olmalı. Toprak
buralarda çılgın yeşil bir oyun kurmuş kendisine. Cömertliğe yarılıyor.
İki yanı portakal bahçesiyle çevrili
toprak bir yolu, söz ve müziği kurbağalara ait yepyeni parçalar eşliğinde ağır
ağır adımlarken, yol boyu, anarşist yanımdan, sloganlar atıyorum. "Hizmet
istemiyoruz. Ne olur kalkınmayalım. İlerlemeyelim, hayır! Dokunmayın.
İncitmeksizin dokunun ya da..." Sanırım gelişmeyi yozlaşmakla sonlandıran
bir eğilime çokça kurban gitmemizle alakalı bir itiraz. Yoksa gelişmeye, iyi
değişimlere kim karşı koymak ister ki… Fakat artık İstanbul’dayım. Bu bilinçle
beton çerçeveli bir gökyüzü ile selamlaşmak istemedim. Başım yerde geziniyorum.
Kalk diyor içimden bir koku... Tuz serpilmiş bir keskinlik. Şu İstanbul’un
boğazına boğazına dur şimdi. Şu saatte! Geçemesin biraz. Kalsın benimle…
İstanbul'suz
zor. Fakat taşra benim merkezim. Taşra her şeye rağmen hala cennet.
İnsanın birlikte yıldız topladığı dostlarının
olması ne kadar güzel. Hem de kendi ailesinden… Sonra oturup biraz kıyıda
yıldızları sayabildiği, boyutlarına ve parlaklıklarına göre tek tek
ayırabildiği...
Böyle zor olacak. Sepetlerime varlığın
en nadide parçalarını beş kuruş ödemeden, nakit mi kartla mı demeden, şifresiz,
bakiyesiz, pazarlıksız, açık artırmasız, müzayedesiz dolduruyorum. Acayip bir
zenginlik bu. Biberiyeler, hatmi çiçekleri, yaseminler, aslan ağızları, kolonya
çiçekleri, zeytinlikler, incir ağaçları, erik ağaçları, yaban mersinleri,
armutlar, ağaçların altında evcilik oynanası doğal evcikler, dalgalar,
dinmeler, çalkalanıp çırpınmalar. İki de bir gözünü sevdiğim boylu poslu
dağlar, dik durmalar ah... Onurlar, omurgalar...
Üstüne bir de bu yıldızlar. Göğün
süslüleri. Gözleri gaybın... Kaybolup gidişin izleri....
Bütün bunları İstanbul a götürebilecek
miyim? Uçakta sorun olur mu ki...
Yok. Ya özel araç. Ya da yayan
dönmeliyim. Her sapa yola giren ve çıkamayan bir sapkın olup çıkmalıyım.
Plansız müthiş bir yol kaderi yaşamalıyım. Şu tepenin ardını oraya geçmeden
önce hiç bilmemeliyim.
En sonunda:
Deli deli bir akış... Köpükler, çer çöpleri
bile...
Seçkin armağanlar, yapraklar, yola
çıkmış göçebe tozlar topraklar...
Hepsi durulduğunda...
Göz, eğilip de göğün en dibinden, kendimize
doğru iyiden iyiye baktığımızda, bakakaldığımızda, nazar eylediğimizde;
Ne kaldıysa?
Ne kadar kaldıysa?
O dibimize çöken, bizden/senden/benden
hiç gitmeyen, mukim, yerleşik, senli/benli olan yanımızdır bize kalan. Biz
olan. Sen/ben olan…
Yol gider.
Biz kendimize geliriz.