Yaylaya mı inelim, denize mi çıkalım
Coğrafi yükseklikten öte hangisi bizi göğe çıkarıyor ve aşağıdaki
meşgaleleri, hızı ve “şimdi şunu yetiştirmem gerekiyor”u unutturuyorsa; odur
yükseklerde olan. Bazen de kanepeye bile değil, yer minderine çöküp saatlerce
kalkmadan orada kendimizin terk edilmesine müsaade ettiğimizde, o dip noktadan
yükseliriz en olmadık düşüncelerle…
Yaz biraz daha yavaşlamaya ve düşünmeye de imkân veren bir mevsim gibi.
Çoklarımız için.
Şu aralar pek çoğumuz ya yaylada ya deniz kıyılarında. Memleketinde veya
bir şehir insanıysa eğer evinde. Şehir insanının mesaisi ona evini dahi
yaşatmaz çünkü. Bazen özellikle İstanbul için diyelim, insan hiç başka bir yere
gitmek istemez. Evinde olmak dahi onun için tebdili mekân/mekan değişikliği
olur.
E İstanbul’lu için de uzaklardaki deniz kıyılarına gidememiş olsa bile
deniz ille bir kıyıdan ona çıkagelir. Çok zaman Akdeniz’e, biraz da memleketim
gibi olduğu için gittiğim zaman şahsen herhangi bir denizi değil, “İçinde
İstanbul olan denizi” sevdiğimi iyice anlamış olmam kişisel olarak yudumladığım
bir tecrübe. İyi tecrübe. Sıkı tecrübe…
İçinde İstanbul olan deniz dediysek, deniz kendini bir şey sanmasın
efendim. Bakın bu İstanbul o denizi nehir yapar. Kibirlenmeye kalkışan denizin
boğazına durur ve onu anında bir nehre dönüştürüverir…
Ah İstanbul; denizi nehir yapan şehir…
Yazıya denizlerden, kıyılardan bahsedelim şu sıcak yaz günlerinde diye
başlamış olsak ta yazı birden İstanbul güzellemesine dönüşüverdi. Kalemimiz
elimizde değil ki… Kalem klavye olalı yazı kendini yazdırıyor doğrusu. Elde
değil…
Şimdi efendim; deniz benim en kıymetli hocalarımdandır. Şeyhlerimden
biridir. (Şahsen benim pek çok şeyhim var. Bir şey h olduklarının farkında,
iddiasında olmayan her şey... Olan biten, olma yolunda olan her şey...Nasılsa
şeyhler arası şirk koşmak gibi bir derdimiz yok. Şirk ancak koşulursa Allah’a
koşulur öyle ya, tövbe estağfurullah.) İşte her neyse; Ege'de büyüdüm. Akdeniz’de
yaşadım. Marmara' ya gömüldüm. Yani gömülmektir dileğim… Bir ara Piyer Loti’den
aşağıya, mezar taşlarından denize doğru bakarken “Bu manzaraya ölünür!”
deyivermem ondan. Sanki bir gülüşmeler zinciri de yaşadım hani… İtirafımdır. İyi
itiraf. Sıkı itiraf.
Doğrusu ya bizzat yeni bir şey öğretir deniz, ya geçmişte öğrendiklerimizi
dalga desenli düz mavi örtüsüne döküp ayıklamama, hazmetmemize yardım eder, ya
da hiç akla düşmeyen yepyeni, gıcır gıcır düşünceleri düşümüze koyar. Avuç
avuç... Herkesin kendi ölçeği, kendi kabınca…
Bu yüzden onun/denizin içinde olmaktansa onu içime almayı daha çok severiz.
Ona tamamen dahil olduğumuzda eklemlerimizden, tek tek bütün vidalarımızı
gevşeterek bizi bize bölüyor. Parçalarımızın her birine var oluşlarını ayrı
ayrı hissettiriyor. Sonra bizim aynımızı, ayrılmış, birbirini unutmuş, suyla
ovulup, tuzlanmış ve güneşle parlatılmış olarak yeniden kuruyor. İçindeyken
tenimizi ele alıyor. Elden geçiriyor. Üçlüyor. Beşliyor. Titizleniyor. Olmadı
bir daha diyor. Fakat dışındayken ruhumuzu...
Büyük çimme imkânı deniz… “İğne ucu kadar bir yer bile kuru kalmayıncaya
kadar düşüncelerimizi bile ıslatan bir şey… Irmağa atlayan köy çocukları gibi
hissettirme istidadı var.
Neredeyse hepimiz, ya da çoğumuz denizin içimize dolmasını ve her yerimizden
bizi aşmasını severiz. Yüzmeyi olduğu kadar, denizi içimizde yüzdürmeyi daha
çok severiz.
Fakat hayatımızın çoğu kısmında bakıyoruz ki; bir deniz kentinde yaşıyor
olsak bile denizle insan arasında kara var. O kara, yanı denizle insanı ayıran
şey; güvensizlik hali gibi geliyor. Deniz, kendisine tam güvenildiğinde,
kollarına iman eden bir kalıp kalp bırakıldığında bizi olağan kaderimize doğru
süzüle süzüle yüzdürüyor. Yüzmeye dair birkaç kuru kural, cepte ıslanacak ve
yaşama dağılacak cep ilmihali gibi bir şey. Asıl olan denize güvenebilmek
galiba. Dalganın da, meltemin de bu maviden geldiğini bilip onunla çalkalanmak.
Tamamen hiç olarak değil. Dalgalarında durulmak, durulanmak için kendimizi ona
bırakırken, suyun kendini bize vermesi. Serin, arı, duru bir devinimde
sakinleşmek. Bu büyük kaderin, seçimin doğal gereklerine uyumla, kişisel
güzergahında boğulmadan ilerleyebilmek. Kara kişisel seçimleri temsil ederken,
deniz biraz daha olgusal anlamda bizim için seçilen ve önümüze konulan ve hatta
aniden önümüze çıkıveren büyük seçenekleri, külli kaderi de temsil ediyor.
Deniz, güven bana diyor insana. Bana inanmayandan ben sorumlu değilim, onun
iradesini yüzdüremem külliyede, ben o kalpsizin kafiriyim diyor.
Alın size sahil amel. Alın bize sahil amel! Denize giderken, ya da deniz
size doğru geliyorken; mesela bir yaz gecesinde saat üç sularında… Bu
düşünceleri de yanınıza alın derim.