Yavuz Bahadıroğlu Anısına Bir İstanbul Yazısı
Şimdi peçesini çekmiş ve mesafeler
koymuş olsa da, soğuk davransa da; bir zamanlar hayranlıkla İstanbul’u
yaşamıştım… Doksanların
her şeyi insafsızca yok eden ayak sesleri işitilmeye başlandığı ama henüz
teslim olmaya niyeti olamayan İstanbul’u seksenlerde Hakka'l-yakîn derecesinde yaşamıştım...
Yani İstanbul sadece bu fakire ait olduğu zamanlardı. Bilmem ama ben öyle
hissediyordum... İstanbul başkalarına çok şey vermişti; kısa zamanda çok şey
sahibi olanlar olmuştu ama bana da o duyguyu cömertçe sunmuştu. Ve İstanbul’u
hiç üzmemiştim…
İstanbul asil bir ailenin kültürlü ve biricik kızıdır. Cebi dolu olanı
değil, yüreği dolu olanı sever. Şimdi cebi dolu, ruhu midesinde
olanlar, dışı camdan çelik dikenleri dikerek ve çirkin hayat tarzlarıyla bolca
küfrederek İstanbul’u köşeye sıkıştırmışlar... Önceleri bir Fatih’e ihtiyacı
olan İstanbul, şimdi çok Fatihlerin çok yönlü fetihlerine muhtaç durumunda
kalmış...
İstanbul’un yükü çok ağırdır ama
o zamanlar sevdalılarına hiç yük olmazdı. Gerçekten bir lokma ile iktifa edip, ruhlarını rengârenk
doyuran insanlar vardı... Boğazın büyüsüne kapılıp, boğaz derdine düşmeyenler,
heybetli kubbelerin, elif gibi minarelerin ve içindekilere sahip çıkmaya çalışan
yorgun kollar gibi surların farkında oluyorlardı... İstanbul, göçmen şairlerin, yazarların, sanatçıların konaklayıp,
menzile yol aldıkları ve onlar için tarih çiçekleri ile donatılmış muhteşem bir
bahçe idi. Sonraları o bahçeye her türden haşere musallat oldu…
İstanbul hem zehir, hem panzehirdir...
Hiçbir zayıfı sevmez! Dişlileri arasına alıp yok eder... Dokusunu bozan, gösteriş
yarışına giren şımarık zengini de hiç sevmez hatta nefret eder. İstanbul hırçın bir kısraktır; kendini
ehlileştireni, ruhuna uygun olarak güzelleştirmeye çalışanları sever.
İstanbul, neye ulaşmak istersen, dikenli tel engeliyle doludur... Hatta dikenli
telleri masum bırakacak gizli engeller vardır; basamaklardan aşağı itekleyen…
İstanbul’un kabuğu pıtraklıdır ama öyle güzeldir ki; İpek eldivenle tutulacak
kadar da narindir. O zamanlar narin ve narin kıymeti bilenler çoktu ve narin
ruhlara münasip şeyler çokça yazılıyordu… İşte
Yavuz Bahadıroğlu’da o narin İstanbul ve tarih aşığı olarak; İstanbul’u
solukluyor ve tadını çıkararak yaşıyor ve yazıyordu. Aynı yerde çalışmak
çok keyifliydi. Karınca kararınca avladığım cümleleri kâğıda serpiştirip, arada
bir düşüncelerine almak için kendisine veriyordum…
Gökyüzünün
kaldırımlara ağladığı bir yağmurlu İstanbul gününde, ellerim montumun cebinde,
şemsiyesiz Fındıkzade’den Cağaloğlu’na yürümüştüm… Adımlarımı
sıklaştırmıyordum. Sanki ıslanan başımla düşüncelerimin yıkanıp paklanmasını
istiyordum. Yağmuru ve İstanbul’u iliklerime kadar hissetmiştim. Erzurum’un buz
tutmuş yollarından ecdadımızın Payitahtını adımlamaya kavuşmak, kanaviçe gibi
işlenmiş ve asırlardır heybetini muhafaza etmiş Osmanlı eserlerinin önünden
geçmek ve tarihin fısıldayışlarını hissetmek gerçek İstanbul’u yaşamaktı...
Sırılsıklam
bir şekilde gazeteye varmıştım… Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu) için ve
kendime birer demli çay alıp, odasına çıkmıştım. Buğulu camlar ve dışarıdaki
yağmur şıpırtılarına eşlik eden daktilo sesleri gazete binasına hayat katıyordu…
Daktilo tuşları, düşüncelerde şekillenen kelimeleri, cümleleri avlamaya
çalışırken, bende kafamdaki düşüncelerle selam vererek odasından içeri
girmiştim. Niyazi ağabeyi beni görünce, pala bıyıklarının altındaki samimi
tebessümü ile: “Gel bakalım Dadaş! Ver şu ilaç kokulu çaydan…” dedi. Çayı
masasına koyup, boş bir sandalyeye oturdum. Masasının üzerindeki kâğıtların
arasından bir gün önceki verdiğim hikâyeyi eline aldı, tebessümünü devam
ettirerek bir süre yüzüme baktı: “Sendeki bu tasvirler bende olsaydı; Dostoyevski
olurdum. Sen ne yaptın böyle? Neler yazmışsın behhh!.. Okurken bir acayip
oldum” demişti. Ben utanarak:“Estağfurullah ağabeyim! Biz senin hikâyelerini ve
romanlarını okuyarak büyüdük. Okuma arzumuza, tarih merakımıza vesile oldunuz.”
Diyip, utana sıkıla devam etmiştim:
“Eğer
Risale-i Nurlardaki o muazzam dilin ve misallerin etkisinde olmasaydık ne siz
böyle yazardınız nede biz yazmaya çalışırdık. Bize asıl hayal gücü sağlayan
Risale-i Nurlar oldu. Nur reçeteleri iman kurtarmakla beraber aynı zamanda çok
büyük bir edebiyattır” demiştim. Niyazı ağabeyi, palabıyıklı tebessümüyle: “Vallahi
haklısın” demişti. Sonra verdiğim sayfaları bana uzatarak: “Selahattin sen
böyle devam et, sakın vazgeçme! Tasvirlerine bayıldım” demişti. O zamanlar, Niyazi
ağabeyi, Gürbüz Azak, İslam Yaşar ağabeylerden başka pek şevk veren çıkmamıştı.
Zaten bizim camia bu hususlarda biraz cimri davranırdı... Ama Niyazi ağabeyimin
Dostoyevski benzetmesiyle çayımı heyecanla nasıl içmiştim ve merdivenleri nasıl
aşağıya inmiştim tarif edemem. Hatta dışarıya çıkıp, birkaç saniye yağmur
altında kalıp, gökyüzüne bakarak içimden sessiz sevinç çığlıkları atmıştım… Başkaları unutulsa da şevk verenler, elden
tutanlar asla unutulmuyorlar…
Niyazi
Birinci diğer adıyla Yavuz Bahadıroğlu ağabeyimiz rahmeti rahmana kavuşmuştur.
Yakınlarına ve yakinen tanıyanlara Allah’tan sabr-ı cemil niyaz ederiz... Bu
yazıyı Niyazi ağabeyimle geçen bu anımı paylaştığım bir dostumun ısrarı ile
naçizane kaleme almaya çalıştım ve sizlerle paylaşmak istedim. Ruhunun haberdar
olması dileğiyle… Mekânı cennet yazdığı hakikatler şefaatçisi olsun.
Son söz: Dilerim İstanbul yeni Yavuz Bahadıroğullarına ilham olsun. Ve İstanbul, namusuna, asaletine, narinliğine uygun yaşayacakların mekânı olsun. Biz ayrı düştük ama hatıralarımızdan hiç düşürmedik…