Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
31 Temmuz 2024

​Yaşamın sınırları daralıyor

Yapaylık doğallığı emdikçe yaşamın sınırları daralıyor. Derin nefes alamadığımız için bedenin uçları cılız kalıyor. Uçlardaki temsilleri göremiyoruz. Ayrıntıya dikkat kesilemiyor, genelin boğucu sarmalında tükenip gidiyoruz. Üşümeyi unutunca sıcaklık keyif vermiyor. Yorulmadığımız için dinlenmenin hazzını yaşayamıyoruz. Mevsimler gibi yaşamın ritmi de bozuldu. Mevsimler gibi huzurun renkleri de birbirine yaklaştı. Tutku yerini ılık bir kabullenişe bıraktı. İçimiz de dışarı gibi kış, yaz, ilkbahar ve güzün birbirinin içinde erdiği, hiçbirinin kendisi olmadığı tuhaf bir alaşıma dönüştü. Hayata neresinden bakarsak bakalım, gördüğümüz şey, görülmesi gereken değil. Çünkü hiçbir şey kendisi değil.

Bir zamanlar, çabayı sonuca varmak güzelleştirirdi. Gayret etmek, uğraşmak, uğraştığının semeresini elde etmek hayatın kiplerinden biriydi. Tepeye varmak için kas gücüne, patika bilgisine, sabra, içsel devinime ihtiyaç vardı. Şimdiyse, tepe kendiliğinden geldiği için aradaki çentiklere gerek kalmadı. Hayat artık pürüzsüz, kıymıklarından arındırılmış, engebeleri düzeltilmiş, sorunlarından tamamen ayıklanmış dümdüz bir tepsi gibi. Keyifsizliğin sebeplerinden biri de bu. Sonuç kendiliğinden gelince veya çabalamak sonuca ulaştırmayınca hayatın büyüsü buharlaşmasın ne yapsın? Varılan noktada herkesin, hepimizin içinde kuru, kupkuru bir isteksizlik düzlemi var. Hiçbir şey eskiden olduğu kadar keyif vermiyor, hiçbir başarı hak edilen doruklara ulaşmıyor, hiçbir arzu insanı ufukları taşıyıp yere hızlıca çarpmıyor.

Işık karanlığın mahremiyetini örtünce büyü de sahneden çekildi. Planlar tesadüfleri susturunca macera başını alıp gitti. Akıl duyguları dondurunca sevgi yerini rutin hissedişlere bıraktı. Mekan hareket edince ayaklar bulunduğu yere çakıldı, haritalar, pusulalar silindi. Düşünce görünür olunca akıl akışkanlığı bıraktı. Efsanelerde olduğu gibi: Her şeyin bulunduğu yerde taşlaştığı, ötekinin içine nüfuz etme iradesi göstermediği, ihtiyaç duyduklarını ansızın kendi içinde bulduğu, dolayısıyla hiçbir kategorinin, varoluş biçiminin ötekinin sınırlarına dahil olamadığı, aslında bir yönüyle de sınırların tamamen koybolduğu, -çünkü mutlak sınır ihlaliyle mutlak donukluk aynı yerde buluşur- dolayısıyla mutlak biçim egemenliğinin mutlak içeriği çözdüğü, dağıtıp attığı sonuna kadar absürt bir dünyanın tanığıyız artık. Hayata o absürtlüğün içinden bakmak kaygı verici olduğu kadar korkutuyor da insanı. Absürtlüğün değer dışılığı beraberinde düşüncenin keskinliğini de hissedişin derinliğini de yutup alıyor. Böylece nihai aşamada dünya geriden bakıldığı gibi yaşamın alabildiğine boy verdiği bir mavi gezegen olmaktan çıkarak kartondan yapılmış, sahiciliği komedinin ötesine geçmeyen tuhaf bir cisim olarak görünürken insan da o kartonun doğal bir uzantısı olarak palyoço rolünü üstlenmiş trajik bir kımıltı öznesinden öte anlam taşımıyor.

Bireyin içerik boşalmasının orada, başladığı yerde duracağını zaten beklememeli. Bütün bunlar, bütün bu değer yitimleri elbette eninde sonunda toplumsallaşacaktı. Elbette insanın yok oluş hikayesi beraberinde toplumun ve onu ayakta tutan sistematiklerin de de yerle bir olması anlamına gelecekti. Tekerin raydan çıkması sadece tekere mi zarar verir? İlk hata, ilk günah, ilk yoldan çıkış, ilk eprime, ilk kaçak elbette sonun habercisidir ve kader küçük tercihlerin yol açtığı büyük olayların özetinden başka bir şey değildir? İnsanı geçmişin yükünden kurtarmak için geçmişi tamamen yok saymak geleceğin hışmını elbette şimdinin üzerine ağmak anlamına da gelir. Batıl inanç kirini insanın kalbinden söküp atmak için yapılan bütün cerrahi müdahaleler bir noktadan sonra elbette inancın kendisine yönelik bir yok edişi de beraberinde getirir. Doğal afet karşısında çaresiz kalan insanın ürettiği çareler elbette bir yerden sonra doğalın kumaşını da epritidir. Önyargıları yıkmak için açılan özgürlük kanalları günün birinde elbette yargının kendisini ortadan kaldırmakla kalmaz fakat aynı zamanda yargı gücünü ve yeteneğini de yok eder. Bu aşırılıklar çağındaki bütün krizlerin altında biraz da iyi niyetle başlayıp kötülüğün stratejisine evrilmiş sayısız buluş, sayısız yenilik, sayısız yönü başka tarafa çevrilmiş çaba vardır. Ve bütün bunlar, bu çabalar, insanı yüzyıl öncesine göre çok daha iyi bir mayayla buluşturmamış, dünyayı yüzyıl öncesine kadar çok daha güvenli bir yer yapamamış, eyleyişi yüzyıl öncesine kadar çok daha makbul bir zemine taşımamıştır. Şimdi, şu an bile bir asır öncesine göre daha keyifli bir hayatımız yoktur. İnanç yükünü üzerimizden kaldırdık ama zeka ateşi şimdi de derimizi yakıp duruyor. Duyguyu, duygusallığı lanetleyip yerine sağduyuyu koyduk ama sağduyu toplumdan başlayarak herbirimizin en kuytu köşelerine kadar bize hayatı dar ediyor. Daha konforlu, daha lüks, daha kolay ama daha az keyifli hayatlar yaşıyoruz. Dünya deyince yalnızca sahip olduğumuz mülklerin sınırlarını, ahlak deyince sadece kendimizi koruma altına alan eyleyişlerimizi, mutluluk deyince yalnızca ve yalnızca içinden geçmekte olduğumuz süreçlerin varoluşumuza verdiği esenliği anlıyoruz. Hayata tek kişilik pencereden, tek kişinin, o da kendimizin göründüğü daraltılmış merceklerden bakıyoruz. Hiçbirimizde bir zamanların insandan başlayarak insanlığı sevme arzusu kalmadı, yok. Eğer yüzyılımız, en azından geçen asrın insafına sahip olsa, burnumuzun dibinde gece gündüz katledilen Filistinli çocuklar için bu kadar sessiz kalmaz, her ferahlamada, onların nefessiz kalışları aklımıza gelir ve bir elimiz yağda, öteki balda olsa bile mutlu hissedişten nefret ederdik. İnsandan kalp alınınca zekanın hasar gördüğünü bize Aydınlanma çağı öğretmişti. Yahudi katliamı da merhametin terk ettiği vücutta insanlığın nefes alamadığını gösteriyor bize. Belki bir hakikati daha: Kolektif inanç yoktur, hiçbir zaman da olmadı; iyi insan, kötü insan vardır ve her zaman da o vardı, o oldu.