Yaşamaya yüzü olmak
Yakınlarımı ziyarete gittiğim şehrin güzel bir noktasındayız. Çay-simit yapıyoruz. Her şey pek iyi, pek güzelmiş gibi. Manzara yerinde. Zulüm onu da tir tir titretse de… Bisiklet de güzel. Küçük özgürlük aracı…
Yalan
fakat!
Biz
iyi ve güzel yaşamaya çalışsak da yetmiyor. İçimiz zırıl zırıl. Kupkuru
ağlamaklı içimiz.
Aynı
dünyada salgından bu yana kalp krizinden gencecik insanlar ölmeye devam ediyor.
İnsanlar eskisi gibi dayanıklı değil hastalıklara karşı. Birbirlerine olan
sabır ve anlayışta da eskisi gibi değiller. Herkes güçten düşüyor. Gücünü
kaybediyor veya israf ediyor. Bir de herkes kızgın, öfkeli… Hadi "günlük
acıları", “yerel toplumsal problemleri” bir kenara, bir süreliğine
bırakalım desek... Az ötede bir coğrafya kan ağlıyor. Bir coğrafya mı? Emin
miyiz? Adı anılmadan sessizce kanatılmaya devam edilenler var. Arka sokaklar
gibi kalmış arka coğrafyalar var zulmün gece-gündüzkondu gibi çöktüğü. Zulmün
bir medeniyetmiş gibi göz göre göre inşa edildiği. Adı belli o kadar ülkenin
arkasını dönüp susmaya çöktüğü…
Neden
böyle oldu?
Dünya
yok ederse var olacağını sanan bir zihniyeti açıkça tercih etti. Kendi varlığını
yok etmeye bağlayan küresel güçlerin eline kaldı masumiyet… Ta ilk insan
hikayelerindeki gibi.
“Neden böyle oldu?” Sorusunu hak edecek ne çok
kötülük var!
Üstesinden
gelemediğimiz bir yanı var büyük zulümlerin. Her anlamda daha güçlü olmak
zorunda merhametli toplumlar… Daha çok bilim, teknik değil, daha dürüst bilim,
teknik, medya, ekonomi, eğitim, kültür, sanat. Daha ilkeli… Çünkü biz
gelişmişliğin ve her anlamda güçlülüğün ilkesizliğinden, ahlaksızlığından
çekiyoruz ne çekiyorsak…
Az
susturdum içimi. Gün içine, mekan içine döndüm. Allah Allah… Bu şehirde
rastlanmayacak tarzda aksesuarıyla yanında hayvanıyla biri geçti önümüzden.
Dünya aidiyetsiz insanların sahipsiz hayvanlarla buluşma parkına dönüştü. İnsan nefreti üzerine kurulmuş bir hayvan
sevgisi var. İnsana olan açlığını hayvanı insanlaştırmak şeklinde mi gideriyor?
Hayvanlar bu zulmü olgunlukla karşılıyor, içten içe alaylı gülüyor ve
geçiştiriyor gibi.
Şimdi
bu sorunun sırası değil belki fakat: “Neden aidiyetsiz bunca insan?”
Aidiyet
bir mahkumiyete, bağlılık bağımlılığa dönüştürüldüğü için mi? İlla bir uçtan
diğer uca. İlla bir aşırılıktan diğer aşırılığa...
Her
şey hiç olmadığı kadar değişmiş ve tanınmayacak hale gelmişken ne Ekim devrim,
ne Kasım aşk artık. "Inga" nın boğulduğu, yeni alfabe söken çocuk
çığlıklarının "küçük kurşunlarla" gömüldüğü bir zemindeyiz. Büyük
sarsıntıyı başlattı artık kim idüğü bilinmeyen bir soysuzluk!
Güç
sınavından geçemeyen güçlü zalimler bütün oranı farklı olsa da sadece kanlarını
döktükleri masum halkların hayatlarını değil, bütünüyle insanlığın yaşamını
burunlarından getiriyorlar. Böyle zulmün göz göre göre işlendiği,
engellenemediği bir dünyada kim yaşamak ister? Ya da yaşamaya mecbursa bu
hayatta ne derece -bırakın mutlu-huzurlu olmayı,- sakin ve üzüntüsüz
yaşayabilir? Bu öyle bir zulüm ki kimse bunu aklından çıkaramaz. Sosyal medyada
veya medya olmayan sosyalde kızı öldürülen baba ile dalga geçebilen, bu büyük,
tarifi zor kederden, haksızlıktan kendisine bir eğlence çıkarabilen bir canlı
insan olamaz. Böylesi bir gezegende bir kedi bile durumu fark edebilecek
duyarlılığa sahiptir. Hayvanlar dahi üzülür. İyi biliriz ki bir evde varsa
kediler huzurun bekçisi gibidirler. En ufak bir ses yükselmesinde telaşa düşer,
duruma müdahale ederler. Huzur ve sükun bulmadıkça kişisel bakımlarına enim
konum başlamazlar. Oranı farklı olsa da en ufak bir ruh taşıyan, duygusu olan
her canlı bu refleksi veya bilinçli tavrı gösterir. Bu böyledir.
Fakat
bizi yaşamaktan utanacak, gündelik hayatta sıradan şeyleri yaparken bile bir
mahcubiyet içinde yapacak hale getirdiler. Bunları zamanın birinde karaladığım
şu satırları görünce yazıverdim:
“Kalbim
göklü-köklü bir gaye için çarptığı müddetçe sağım, sağlıklıyım. Yaşamaya yüzüm
varsa bundandır. Kuş sürülerine takılıp kalmışsa kirpiklerim. Rüzgârı öpmüşse
iki de bir yanağım. Bundandır.”