Yaşamak nedir?
Başlıktaki sorunun cevabının gayet
açık, net ve kolay olduğu düşünülebilir. Fakat soru dünya görüşleri,
perspektifler ve hatta farklı disiplinlerle birlikte düşünüldüğünde cevaplar
çeşitlenebilir ve hatta felsefi içerikler kazanması kaçınılmaz bir hale gelir.
“Yaşamak” ifadesini belki ilk planda
biyolojik bir mesele olarak tanımlama ilk adımdır. Nitekim biyolojik örgenliğe
baktığımızda bir takım canlılar vardır ve bunların hayatta olduklarına dair
gösterdikleri işaretlere bakarak yaşadıkları anlaşılabilir; başta nefes almak
ve vermek gibi. Fakat biyolojik örgenlik burada yaşamaya dair en asgari
temellerin semptomlarını göstermekle birlikte, yaşamanın diğer içeriklerini
veremediğinden açımlanmaya muhtaç olacaktır.
Hatta Mehmet Âkif’in bir şiiri
şöyledir: “Nefes alıp vermekle canlı mı sayılır şerir/Demirci körüğü de nefes
alır ve verir.” Buna göre “yaşama”yı anlamlandıran insan hayatının diğer
ögeleri kendilerini işaret etmektedir. Hele insan söz konusu olduğunda, biyolojik rutinlere bakarak “yaşam” hakkında
karar vermek bir zafiyet olarak ortaya çıkmaktadır.
“Yaşamak” kelimesini burada
sorunsallaştırmamız, özellikle postmodern dönemde toplumda bir anlam
değişikliğini daha yoğun bir şekilde ifade ediyor olması sebebiyledir.
Özellikle belli bir yaşın üzerinde olan ve geçmişte bir takım arzularını
gerçekleştiremedikleri için içlerinde ukde bulunan kişiler “artık yaşamak
istiyoruz” diyorlar. Burada “yaşamak” daha çok gerçekleştirilememiş arzuların
yükselişi ile birlikte bir şans arıyor kendisine.
Geçmişe doğru üç nesil göz önüne
alındığında, ilk neslin yaşadığı sosyo-ekonomik koşullar oldukça sınırlı
olduğundan belki birçok şeyi yapma imkanı bulamamış olabilirler. Bu, 2. nesle
geçtiğinde biraz daha değişiyor. Üçüncü nesil ise sınırlı koşullar olsa bile en
azından sosyal ortam olarak “arzu”ların gerçekleştirilmesini yadırgamıyor.
Fakat “yaşamak” kelimesi “arzu” ve
“tutku”ların gerçekleştirilmesini dünya görüşünün sınırlarının aşınması ile
birleştirince önümüze yersiz yurtsuzlaşma diyebileceğimiz bir buhran durumu
çıkmaktadır. Böylece “yaşamak” deyince tüm çerçevelerin dağı(tıl)dığı, değer
sınırlarının aşındı(rıl)dığı kendini dünyaya bırakıverme hali gözümüzün önüne
gelmektedir.
Özellikle İslamcı ve muhafazakar
çevrelerde, geçmişte imkansızlıklardan ötürü ertelenen arzuların dünyasına
kendini bırakma tavrının arttığı gözlemlenmektedir. Elbette insanların dünyada
bazı arzularını yerine getirmesi anormal değildir. Fakat burada önemli olan
dünya görüşü ve yaşam felsefesinin artık arkada bırakılarak dağılma halinin
kendisini göstermesidir.
Bir müslüman için dünyada yaşamanın
öncelikli anlamı; insan olarak üstlendiği yükümlülük çerçevesinde kendisini ve
dünyayı inşa etmesidir. Tabii ki bu anlam sadece sıkı bir iş hayatını
tanımlamaz. Ancak dünyaya kendisini bırakıverme tavrını da içermez. Sürekli
konfora ulaşmanın ve konfor içinde yaşamanın hedef haline getirildiği bir
dünyada, dünya görüşleri ve bu arada İslami dünya görüşü araçsallaşmaktadır.
Bu minvalde günümüz dünyası sunduğu
imkanlar ve onlara ulaşabilme açısından sürekli bir mahrumiyet duygusu
yaşatmaktadır insana. Yani insan yapabildikleri ile mutlu olmaktan ziyade
yapamadıkları ile kendisini mutsuz hissetmekte ve mahrumiyet duygusuna sürüklenmektedir.
Hele kişi ekranlara baktığında, kendisi dışındaki insanların hayatları söz
konusu olduğunda “bizimki de yaşamak mı?” duygusu içinde kendi içine
çökmektedir. Bu çöküşün iki önemli sonucundan birisi içine çekilmekse, diğeri
artık “yaşadığı”nı gösterecek konformist tavırlara girmesidir.
Eğlence mekanına giderken “bu akşam
yaşamaya gidiyorum” modu süreklilik kazanma talebi gösteriyor gibi. Fakat
“kendi”sine dönmemizi bekleyen gerçekler ve bir hayat olduğu gibi orada
duruyor; ne kadar kaçı(nı)lmaya çalışılsa da.