Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
20 Aralık 2023

Yaşamak nedir?

Başlıktaki sorunun cevabının gayet açık, net ve kolay olduğu düşünülebilir. Fakat soru dünya görüşleri, perspektifler ve hatta farklı disiplinlerle birlikte düşünüldüğünde cevaplar çeşitlenebilir ve hatta felsefi içerikler kazanması kaçınılmaz bir hale gelir.

“Yaşamak” ifadesini belki ilk planda biyolojik bir mesele olarak tanımlama ilk adımdır. Nitekim biyolojik örgenliğe baktığımızda bir takım canlılar vardır ve bunların hayatta olduklarına dair gösterdikleri işaretlere bakarak yaşadıkları anlaşılabilir; başta nefes almak ve vermek gibi. Fakat biyolojik örgenlik burada yaşamaya dair en asgari temellerin semptomlarını göstermekle birlikte, yaşamanın diğer içeriklerini veremediğinden açımlanmaya muhtaç olacaktır.

Hatta Mehmet Âkif’in bir şiiri şöyledir: “Nefes alıp vermekle canlı mı sayılır şerir/Demirci körüğü de nefes alır ve verir.” Buna göre “yaşama”yı anlamlandıran insan hayatının diğer ögeleri kendilerini işaret etmektedir. Hele insan söz konusu olduğunda, biyolojik rutinlere bakarak “yaşam” hakkında karar vermek bir zafiyet olarak ortaya çıkmaktadır.

“Yaşamak” kelimesini burada sorunsallaştırmamız, özellikle postmodern dönemde toplumda bir anlam değişikliğini daha yoğun bir şekilde ifade ediyor olması sebebiyledir. Özellikle belli bir yaşın üzerinde olan ve geçmişte bir takım arzularını gerçekleştiremedikleri için içlerinde ukde bulunan kişiler “artık yaşamak istiyoruz” diyorlar. Burada “yaşamak” daha çok gerçekleştirilememiş arzuların yükselişi ile birlikte bir şans arıyor kendisine.

Geçmişe doğru üç nesil göz önüne alındığında, ilk neslin yaşadığı sosyo-ekonomik koşullar oldukça sınırlı olduğundan belki birçok şeyi yapma imkanı bulamamış olabilirler. Bu, 2. nesle geçtiğinde biraz daha değişiyor. Üçüncü nesil ise sınırlı koşullar olsa bile en azından sosyal ortam olarak “arzu”ların gerçekleştirilmesini yadırgamıyor.

Fakat “yaşamak” kelimesi “arzu” ve “tutku”ların gerçekleştirilmesini dünya görüşünün sınırlarının aşınması ile birleştirince önümüze yersiz yurtsuzlaşma diyebileceğimiz bir buhran durumu çıkmaktadır. Böylece “yaşamak” deyince tüm çerçevelerin dağı(tıl)dığı, değer sınırlarının aşındı(rıl)dığı kendini dünyaya bırakıverme hali gözümüzün önüne gelmektedir.

Özellikle İslamcı ve muhafazakar çevrelerde, geçmişte imkansızlıklardan ötürü ertelenen arzuların dünyasına kendini bırakma tavrının arttığı gözlemlenmektedir. Elbette insanların dünyada bazı arzularını yerine getirmesi anormal değildir. Fakat burada önemli olan dünya görüşü ve yaşam felsefesinin artık arkada bırakılarak dağılma halinin kendisini göstermesidir.

Bir müslüman için dünyada yaşamanın öncelikli anlamı; insan olarak üstlendiği yükümlülük çerçevesinde kendisini ve dünyayı inşa etmesidir. Tabii ki bu anlam sadece sıkı bir iş hayatını tanımlamaz. Ancak dünyaya kendisini bırakıverme tavrını da içermez. Sürekli konfora ulaşmanın ve konfor içinde yaşamanın hedef haline getirildiği bir dünyada, dünya görüşleri ve bu arada İslami dünya görüşü araçsallaşmaktadır.

Bu minvalde günümüz dünyası sunduğu imkanlar ve onlara ulaşabilme açısından sürekli bir mahrumiyet duygusu yaşatmaktadır insana. Yani insan yapabildikleri ile mutlu olmaktan ziyade yapamadıkları ile kendisini mutsuz hissetmekte ve mahrumiyet duygusuna sürüklenmektedir. Hele kişi ekranlara baktığında, kendisi dışındaki insanların hayatları söz konusu olduğunda “bizimki de yaşamak mı?” duygusu içinde kendi içine çökmektedir. Bu çöküşün iki önemli sonucundan birisi içine çekilmekse, diğeri artık “yaşadığı”nı gösterecek konformist tavırlara girmesidir.

Eğlence mekanına giderken “bu akşam yaşamaya gidiyorum” modu süreklilik kazanma talebi gösteriyor gibi. Fakat “kendi”sine dönmemizi bekleyen gerçekler ve bir hayat olduğu gibi orada duruyor; ne kadar kaçı(nı)lmaya çalışılsa da.