Yaşama Sevinci
Orada, burnumuzun dibinde hayat, bir zamanlar bıraktığımız yerde, mahzun ve kederli gözlerle bize bakıyor. Bıraktığımız zamanki hevesiyle içine almak istiyor, oyun oynamak istiyor bizimle, bizi çağırıyor. Gülümsüyor, somurtuyor, acı çekiyor, kahkahalar atıyor. Hayat aynı hayat… Gök aynı gök, mavi, yorgun biraz… Su aynı su, tatsız, kokusuz, bulanık biraz… Rüzgar aynı rüzgar, esiyor, gürlüyor, duruluyor, yakıcı biraz. Yağmur aynı yağmur, sepeliyor, ıslatıyor, ılık biraz… Aynı rahmet, aynı merhamet, aynı ışık, aynı karanlık, aynı derinlik, aynı ses, aynı sükut, aynı dostluk doğada… Değişen biziz, değişen içimiz. Dünyayı sarıp sarmalamıyor artık eskisi kadar duygularımız, kucaklamayı unutmuş; gökle yeri, bir şey ile ötekini kavramıyor artık düşüncemiz, yürümeyi unutmuş; yıldızları su birikintilerine koşturmuyor artık hayallerimiz, uçmayı unutmuş. Unutmuşuz hayatı, en mahir olduğumuz taraf bu çünkü, unutmak bizim işimiz…
Ama yine de bir şansımız var elbette. Bir fısıltı belirip kayboluyor kulağımızın etrafında: Hala bir şans var, hala bir seçenek, hala bir umut… Aynı yerde duruyor, santim ilerlemiyoruz ona doğru. Her ileri atılmada zorunluluklar geri çekiyor, her yekinmede bir boyunduruk, her bakmada bir at gözlüğü… Katıksız, riyasız, hesapsız kitapsız sohbetleri engelleyen partiler purtiler, ideolojiler… Hazırlıksız, içten gelen, öylesine kabarmış yolculuk taleplerini durduran sınırlar mınırlar, mülkiyetler… Bahçelerin, ormanların bile etrafını dikenli tellerle çevirmişler… Kaldık ki insanların, kaldı ki insanların… Yere göğe, inse cine selam verirdik, ondan bile men etmişler. (sapık mı ne?) Elimizi uzatsak dokunacağız buğday başaklarına, yol kenarındaki çiçekler yüzyıllar öncesinin diriltici nefesini taşıyor hala, terk edilmiş sokaklar, uğranılmayan harabeler… (İnsanlar, nerdesiniz?) Dursak, mola versek, buğusunu bize üfleyecek belki hayat, dursak, içtenlikle baksak kaldığı yerden devam edecek belki bulutlar... Dursak, içtenlikle yeniden desek, elbette diyecek belki hayat, neden olmasın?.. Bizse, kaldığımız yerden, aynı hızla devam ediyoruz içinden hayatın sökülüp alındığı hayatımıza. Hayatımıza, hayatı yok eden her şeyin karıştığı o tuhaf, bungun, kasvetli yolculuğumuza…
Şehirler dikenli tel örgüleri artık, ekranlar yankılı duvar… Kitaplar da sıcak değil, insanlar, düşünceler kadar… Her şeyin uzaklaştığı, uzaklaşıp görüntü alanının dışına çıktığı bir yolculuğa dönüştü hayat. Berbat bir ölüm kokusu sinmiş çağın ruhuna. İnleyip duruyor zavallı ruh, mesailer, devlet daireleri, kafeler, barlar, toplantılar, iş görüşmeleri arasında. Baygın duygular, tembel eylemler, sersem ilişkiler eşliğinde yorgun bir akışa kaptırıp gidiyoruz kendimizi. Hep yetişme telaşı, hiç varamamış olsak da… Ne aradığını bilmeden bir odanın içinde boş boş dolaşan çocuklara benziyoruz, geleceğini geçmişinde unutmuş… En son ne zaman eğilip bir pınardan su içtik sahi? En son ne zaman bir dağın tepesine çıkıp avazımız çıktığı kadar bağırdık? En son ne zaman yıldızlara bakarak kapadık göz kapaklarımızı? En son ne zaman “karlı bir gece vakti bir dostu uyandırıp” hadi dedik, yürüme vakti?
Hayata dair ne varsa geride kalmış adeta, geride kalmış su kenarları, çınar ağaçları, çeşmeler, köy meydanları, toza bulanmış incirler, kokusu dünyayı alan semizotları… Bir zamanlar olan, gerçekten olan, içinden geçtiğimiz ama bir daha geri dönüp bakmadığımız geçmişin kırık aynalarına bakıyoruz şimdi. Nasıl olmuşsa olmuş, yaşanmamış gibi bir taraftan da… Var mıydı gerçekten böyle bir dünya? Yaşamış mıydık biz içinde? Belli belirsiz hatıralar, belki de hafızanın kendi ürettiği…
Hatırlamadığımız bir geçmişe ait karmakarışık görüntüler yokluyor hafızamızı. Gerçek mi değil mi, oldu mu, olmadı mı, benim mi başkasının hayatı mı, var mıydı, bilincim sonradan mı ekledi? Bıraktığımız ve bir daha dönmediğimiz köyler, kasabalar, mahalleler, caddeler neredeler? Şimdi artık büyümüş, kocaman olmuş adamları büyütüp besleyen ağaçlar ne zaman yok oldular? Ne zaman kurudu çeşme, ne zaman yıkıldı çınar ağaçları, ne zaman suyu çekildi bahçelerin? Ne zaman içimizden çekilip alındı yaşama sevincimiz? Ne vakit ufka baksak, dağın ardından, henüz kopmuş fırtınanın çöplerini getiriyor gelecek; felaket ışınları rahatsız ediyor bilincimizin retinasını. Tenha tebessümlerimiz geçmişe ait… Gelecek, bir bilinmez kaos… Fütüristik bakışlar hepten distopik tasarruflarda... Eylem ile söylem arasındaki kopukluk ütopyalarımızı distopyalara çevirdi. Sözlerimizin kırdığı niyetler felaketimizi hazırladı. Kıymetin kıyıya itildiği bir kıyametin tam ortasında duruyoruz.
Bir zamanlar, koltuğumuzun altında taşıdığımız sıcak ekmek gibiydi hayat… Kırmızıydı, turuncuydu, bordoydu. Üstünde saf odundan bir duman… Sonra rahmet kokuyordu, buğday başaklarındaki tebessümdü bir ekmeğin tenindeki ve biz, bir ekmeğin mutlu edebildiği insanlardık. Açtık elbette biraz ve ekmek de yaşama sevincinin bütün göstergelerini taşıyordu. Ekmek de ekmekti hani… Ne eksik ne fazla… Şimdiyse aç sayılmayız belki ama ekmek değil koltuğumuzun altında taşıdığımız da… Dışı hevessizlik, içi kocaman boşluk olan tuhaf bir duyguyu taşıyıp duruyoruz bir ömür. Yaşama sevinci mi? Bir daha gelmeyecek bir geçmişte kaybolup gitti. O insanlar da o ekmekler gibi gerçekleşmeyecek bir hayal şimdi. Bir zamanların gerçeğinin, gerçekleşmeyecek hayale dönüşmesi ne acı…