Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz
“Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür.”
İnsanoğlu hatırladığı kadar da
unutuyor. Unutmak bazen acılardan kurtulmak oluyor bazen de yaşadıklarından
ders almamak. İyi olduğu kadar kötü
yönleri de vardır unutmanın. Hatırası olmayanın hafızası yoktur. Unutmamız ve
sürekli hatırımızda tutmamız gereken yaşadıklarımız olmalı. Bunun adı ders
almaktır. Depremle yaşadıklarımız da böyle olmalıdır. Şimdi yaşadıklarımızdan
ders alma vaktidir. Unutmayacağız!
Şubat soğuğunda yaşadığımız bu
felaketi ve felaketin ağır sonuçlarının sebeplerini unutmayacağız. Şehirlerin
nasıl imar edilmesi gerektiğini ve sağlam binaların nasıl ayakta kaldığını
unutmayacağız. Malzemeden çalan müteahhidi, buna göz yuman yöneticileri,
yetkilileri unutmayacağız. Yıkılan, yok
olan, kaybolan hayatların hikâyesini asla unutmayacağız!
Unutmayalım! Bir babanın vefat eden
ve beton yığınlarının altında kalan çocuğunun elini saatlerce tutuşunu nasıl
unuturuz, unutabilir miyiz? Gözümüzün
önünden çekilmesin o fotoğraf. İmar ve
emlak işlerinin yürütüldüğü her kurumun girişine, hazin ve derin acıları
iliklerimize kadar hissettiren babanın çaresizliğini gösteren o fotoğrafı asalım
ve unutmayalım. Tapuların bir köşesine iliştirelim o fotoğrafı. Farz gibi
vazifemiz olsun unutmamak. Ah, o çocuğun babasının avucunda gittikçe soğuyan
küçücük eli… Unutmayalım!
Unutmayalım! Depremin sadece
binaları ve şehirleri yıkmadığını gördük. Hatıralar, hayaller, hayatlar
yıkılıyor. Geleneğimiz, kültürümüz, tarihimiz yok oluyor. Fotoğraf albümlerinin
sayfalarında şimdi nice cansız bedenler kaldı.
Meğer ömür ne çabuk geçiyormuş. Enkazlardan kurtardığımız canlarımız
için dökülen sevinç gözyaşlarını, içimizi parçalayan ve yakıp kavuran
çaresizliği unutmak mümkün mü? Şiirimizin ruhunu taşıyan Maraş’tan, bir
kilimin desenleri gibi iç içe dokunan Hatay’dan, içli türkülerin yakıldığı
Adıyaman’dan kalan ve boğazımızı yakan sessiz çığlığı unutabilir miyiz? Ve
çocuk odalarının duvarlarına çizilen resimlerin solan ve dökülen renklerini,
yarım kalan hayalleri, sahipsiz oyuncakları unutabilir miyiz? Beton
yığınlarının arasında kalan kitapların mahzun yüzünü nasıl unutabiliriz?
Ne çok acıya ev sahipliği
yapıyoruz. Kimi incittik, kimin kalbini kırdık, yetim hakkı mı yedik, nedir
bunca acının ve felaketin sebebi? Başımıza gelenleri nasıl okumalı, nasıl ders
almalıyız? Tefekkürümüz mü az, şükrümüz
mü yetersiz? Cennet vatanımıza nazar mı değdi? Gayretullaha mı dokunduk? Zulümler ve adaletsizlikler karşısında lâkayt
ve duygusuz mu kaldık, müteessir olmadık mı?
Yüzleşme ve muhasebe zamanı geçiyor.
Yoksa nedir ki musibetlerin sebebi? Mükâfat değilse bu cezanın hikmeti
nedir? Bize değmeyen yılanı görmedik mi,
umursamadık mı? Yalnız bıraktığımız ve unuttuğumuz mazlumların ahı mı çıkıyor? Komşudaki
yangının bir gün bize de uğrayacağını düşünemedik mi? Nedir bunca gözyaşının
sebebi? Şimdi kalbimize çivi gibi çakılan bu acıları unutabilir miyiz?
Bir kıssadan ibaret olan şu fâni
dünyada nasibimize düşen hisse ayrılık oldu. Hüzne boyandı dünya. “Gökyüzünün
başka rengi de varmış.” diyordu şair. Evet, şimdi gökyüzü hep siyah… Bugün daha
yakınız her şeye. Ölüme, ayrılığa, sonsuzluğa yürüyoruz. Hatıratımızın siyah
sayfası deprem. Ne olursa olsun kul yapısının ebedî kalamayacağını ve zamanı
gelince yıkılacağını da gördük. Öyle ya
insan kendini ne sanıyor, neyle kıyaslıyor kendini?
“Gelimli gidimli dünya, sonucu
ölümlü dünya.” demişti Dede Korkut. Yaşadığımız
depremin öğrettiği hakikati unutmak mümkün mü?
Bir gün biz de gideceğiz. Ancak insanın insana yaptığı bu sahtekârlık
ile iki kez ölerek gitmeyelim. Binlerce canımızı uğurladık. Ateş düştüğü yeri
yakıyor, deseler de bu sefer hepimiz yandık. Yangını söndürmek, acıları
dindirmek için tek yürek olma vakti. Ve şairin “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var” isimli şiirinde dediği
gibi demeli ve bizi seveni ve öldüreni de unutmamalı: “Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle/ Çünkü acılar
da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı/Kanın karışmalı hayatın büyük
dolaşımına/Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı”