Yasa, ahlak ve din.
Yasa nedir? Toplumda hâkim olan kesimin mahkûm olan kesimlere karşı oluşturdukları bir korumadır. Yasa yapma hakkı, masaya yumruğunu en şedit şekilde vuran güçlülere aittir. Tarihi gelişimi itibariyle sınıfsal yapıya sahip Batılı toplumlar için yasa bundan başka bir anlama gelmemektedir. Düşünür Walter Benjamin bunun yüzyılımızdaki şahididir.
Ahlak nedir? Güçsüz kesimlerin uydurdukları bir korunma aracıdır. Güçsüzler güçlülerin güçlerini üzerlerine boca etmelerini önlemek için birtakım değerler uydurmuşlardır. Böylece güçlülerin güçlerini güdükleştirmiş işlevsiz olmasını amaçlamışlardır. Nietzsche ahlakın soy kütüğünü buna bağlar ve güçsüzlerin bu mekanizması ile soylulukların ayrıcalıklarının engellendiğini iddia eder.
Din nedir? Muktedirlerin muktedir olmayanları kendilerine bağlamak için uydurdukları inanç silsilesidir. Güçsüzler yaşadıkları çilelerin karşılığını cennette alacaklarını düşünerek acılarını uyuştururlar. İşte bu nedenle Karl Marks din kitlelerin afyonudur şeklinde veciz bir söz icat etmiş.
Her şey ne kadar “güç” ve “çıkar” üzerine kurulmuş değil mi? Hakikat kimsenim umurunda değil!
Mademki ahlak iktidarın önündeki bir engeldir, buna mukabil güçlülerin adına hareket eden Machiavelli sahneye fırlayarak ahlak ile siyasetin arasına engeller örmeye başlar. İktidarın ele geçirilmesi ve korunması aşamalarında hiçbir ahlaki kuralların olamayacağını zira siyasette olgu ve değerin bir araya gelemeyeceği icadının muştucusu olur.
Doğrusu bu uğursuz çağrı Müslümanlarda dâhil olmak üzere pek çok toplumda akis bulur.
Palazlanan Burjuva devleti kıta sahanlığı içerisine almış ise de zamanla tarihi Kilise ile iktidarı paylaşamaz hale gelecektir. Oysa iki kılınç teorisi gereği manevi kılınçı elinde bulunduran Papalık, maddi kılınçla idare eden kralların her zaman üstünde bir konumda olmuştur. Hele bir aforoz etmeye görsün, nice krallar Papanın makamına yalın ayak gelip günlerce dil döküp yalvarmak suretiyle aforozu kaldırıp tahtlarına dönebilmiştir.
Ama artık zaman Burjuvadan yanadır. Doğrusu ruhbanı hiçte kaldıracak, kaprislerine katlanacak hali yoktur. Bunun üzerine anlayış değişikliğine gidilir ve Laiklik ihdas edilir.
Hâlbuki o Batı Avrupa’ya has(yani evrensel olmayan)Feodal dönemde Avrupalılık ruhunu ayakta tutan, Roma ideallerinin yaşamasını sağlayan kurumsallaşmış kilise olmasına rağmen gözünün yaşına bakılmamış, iktidarı elinden alındığı gibi geniş arazileri de kamulaştırılarak dünyevi(seküler)leştirilmiştir.
İşte böyle bir ortamda demokrasi Avrupa için kelimenin amiyane tabiriyle ilaç gibi gelmiştir.
Nasıl gelmesin ki, madem toplumda farklı farklı sınıflar var ve bunların çıkarları birbiri ile çatışıyor, o zaman her bir sınıf kursun kendisini temsil edecek bir siyasi parti ve savunsun çıkarlarını, üstelik savaşsız bir şekilde.
Lakin dikkat: Çatışmanın tek bir mevzuu var: Maddi çıkarlar.
Peki, farklı toplumların kültürel yapısı, dini inanç farklılıkları, giyim kuşamı yani otantik hali… Müşahhas bir misal ile anlatmaya çalışırsak Osmanlıdaki millet sistemi ne olacak?
Cevap çok net: Yok olacak! Dünya tek tipleşecek! Demokrasilerde tek bir farklılık yaşayacak, sınıfsal fark.
Dünya tek tipleşince ne olacak? Burjuva ne üretiyorsa onu tüketecek!
Mesela Afrikalı bir kadın erkeğine güzel görünmek için geleneksel çiçeklerle bezenmiş halini terk edecek. Batının sattığı parfümü kullanacak. Böylece çağdaşlaşacak, daha doğrusu tek tipleşecek.
İşte günümüzün sorunu bu: Tek tipleşmek… İdeolojiler farklı lakin yaşam tarzı tek.
Müslümanlar düşünmeye temelden başlamazlarsa eylemleri ile Batının ekmeğine yağ sürmekten başka bir netice alamazlar. Mesela Türkiye’de neoliberalizmin en tavan yaptığı zamanlar seküler değil, muhafazakâr iktidarların dönemidir.
Yasa, ahlak ve din anlayışı aynı; hakkını yememek lazım ,yozlaşma bakımından Batının önünde…
Gözde mekân: AVM… Lakin başörtülü başörtülü…Yahut sakallı.