Yas Mevsimi
Istırabın insanoğlu için gündelik bir ekmek, ölümünse sadece bir kader olduğunu söylüyor Tanpınar “Mahur Beste”sinde ve sonra asıl davanın derin bir şekilde yaşayıp kendi kendini gerçekleştirerek, ölümlü hayata şahsî bir çeşni vermek olduğunu hatırlatıyor. (s. 64)
Şiirlerin, şarkıların, duaların, hikmetli kelimelerin, rengini yücelerden alan anlamlı hâllerin içinden geçerek sessiz ama heybetli adımlarla uzaklaşan insanların bu diyardaki yokluğuna vâkıf olmak, bizde daima bir ıssızlık hissi uyandırır… Üşüme ile yanma arasında bir boşluğa, arafa düşürür canımızı, mecâlsiz bırakır. Buradaki eğretiliğimizi, buranın bizdeki eğretiliği ile anlatan bir derin izahtır o… Önce bağrımızı yakıp kavurur, sonra oradaki şenlikli şölenleri süpürerek deprem sonrası sessizliğine bürünen bir şehir olur; heybetli çınarların devrilişini gören bir servi yalnızlığı… Böylece başlar ruhuyla arasına dünyayı sokanlarımızın yeniden aynaya bakması. Mütemadiyen hatırasını bırakan ölümün hakikati karşısında bitap kalması… “Ölmek varsa yaşamak niçin, neyin uğruna?” diye sorması.
Gittikten sonra bizim olan, bütün varlığıyla içimize yerleşen insanların pek çoğunu tanımayız bile. Onlar vatan, bayrak, şan, minnet, borç, yiğitlik, dua, birlik, cesaret gibi kavramlarla özdeşleşirler solumuzda. Böyle yazılır isimleri. Allah’ın kuluna ikramı olan “unutmak” nimeti, unutturmak ister hakikatini onlara nasip olan asil ölümün seyrine dalınca. Çağına soylu bir direniş, haklı bir isyan bırakmak isteyen insan, unutmamaya mecburdur ülkesinin vakarını taşıma, ismini yaşatma karşılığında can pazarında kan verenleri… Hüznün yanına eklenen haklı bir öfke, tazeliğini muhafaza ettiği sürece güzeldir. İnsana kendini borçlu hissettirir. Tarihini öğrenen, pusudaki düşmanından bîhaber yetişmeyen, kanla sulanan toprağının hikâyesini dinleyerek büyüyen çocukların, değerleri olur ilk gençlik döneminde. O dava ruhunu inşâ etmek ise ebeveyn ve eğitimcilerin vazifesidir. Yaşamak nedir, vatan ne için sevgilidir, nasıl yazılır şiiri toprağın, göklerde salınan o kutlu sancağın? İslâmın sancaktarlığını yapan bir Türk olarak doğmak ne demektir?
İçinde bulunduğumuz süreç, ümmet yükünün “ancak ve yalnız” Türk milletinin omuzlarında olduğunu ve İslâm âlemi içerisinde kahraman Türk’ün üstün niteliklerle diğer milletlerden ayrıldığını hepimize ispat etmiştir. Asırlardan bu yana kalleş ve sinsi ittifakların kurbanı olan yiğit Mehmetçikler de giderken, yangın yerine çevirdikleri gönüllerimize büyük bir borç yükü bırakmışladır. Bir ömrün her lahzası onun uğrunda harcandığında bile ödenmeyecek olan bu borcun idrakinde olabilmek de bir meseledir. Duymak, tanımak, öğrenmek, anlamak, gayret göstermek, hissetmek ve bunu çevremize hâl lisanı ile anlatma çabasına girmek, sarılacağımız bir teselli değerindedir. Acının bütünleştirici gücünden hisse alabilmek de bu borçlar arasındadır.
Ziya Gökalp “Mefkûre” isimli makalesinde ne güzel dillendirir; “Buhranlı zamanlar mefkûrelerin hilkat günleridir. Mefkûreler, millî felaketlerin kalpleri birleştirerek umumi bir kalp yaptığı hengâmelerde, bu müttehit kalpten doğar; sonra taazzi devresinde tedricen dal budak atarak çiçekler ve yeni müesseseler meydana getirir.(…)
Bir millet tehlikede kaldığı vakit, onu fertler kurtarmaz. Bizzat millet kendi kendinin kurtarıcısı olur.
Felaket ve buhran devri geçtikten sonra ruhlarda tulû etmiş olan bu mefkûre güneşi artık sönmez. O, milletin bütün faaliyetlerini deruni bir zemberek suretinde müstemirren tahrikte devam eder.”
Dünyada sevilmeye değer ufacık bir şey varsa o da birlik olabilmenin ulviyetinde aranmalıdır.
Ahiret yurduna göçen vatan evlatlarının şehadetlerinin kabulünü ve yaralıların şifa bulmasını dileyerek Mehmet Âkif Ersoy’un iki mısraıyla tamamlayalım sözümüzü
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni târîhe desem, sığmazsın.
Selam ile